12 Aralık 2022 Pazartesi

TÜRKİYE, SURİYE ARASİNDAKİ SORUN .

Suriye, Türkiye’nin en uzun sınıra sahip olduğu komşusu... Aynı zamanda da Cumhuriyet’in kuruluşundan beri bitmek bilme yen bir anlaşmazlık konusu...

Konu bazen Hatay oluyor, bazen Fırat’ın suyu... Bazen PKK’nın, bazen YPG’nin faaliyetleri...Ama Ankara ile Şam arasındaki ilişkiler bir türlü normalleşmiyor. Erdoğan’ın 20 yıllık iktidarı, Şam’la yaşanan bu gel-gitli ilişkinin daha da zehirlenmesine yol açtı.

 

2008’de Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’dan “kardeşim” diye söz ediyor, ailece Bodrum'da ortak tatil, bakanlarıyla ortak kabine toplantıları yapıyordu. 2011'de Suriye'de iç savaş başlayınca Ankara, Esad'ın çabuk devrileceğini sandı. Erdoğan, 2012'de, "En kısa zamanda Şam'a gidecek, Emevi Camii'nde namazımızı kılacağız" dedi. Cihatçılara Türkiye’de üs verdi; silah, cephane yolladı. Özgür Suriye Ordusu’nun kuruluşuna önayak oldu. İsyanı kışkırttı. Ancak 2015’ten itibaren savaşa Rusya dâhil olup da rejimden yana ağırlık koyunca, Esad’ın koltuğu sağlamlaştı, Erdoğan’ın işizorlaştı.

 

Artık karşısında Esad'ı destekleyen Moskova ve YPG'yi destekleyen Washington vardı. Türk ordusunun her sınır ötesi operasyonu, Türkiye'yi biraz daha bataklığa çekiyordu. Bugün gelinen noktada, Türkiye, girdiği bu bataklıktan istese de çıkamayacak halde...

 

Erdoğan’ın Putin’le Soçi buluşması sonrası Şam’la yakınlaşma mesajları gelmeye başla dı. Ancak hemen, çıkarları zedelenen Özgür Suriye Ordusu ayaklandı. Ankara orayı sus turup Washington’la F-16 pazarlığına başla dığında, bu kez de Moskova’dan “S-400’lerin ikinci partisi için anlaşma imzalandı” blokaji geldi. Erdoğan, şimdi bir yandan kendi eliyle yarattığı bu sorunlar yumağından çıkmak için çare arıyor, bir yandan da Türkiye’ye kaçan 4 milyon sığınmacının giderek kronikleşen sorunlarıyla mücadele ediyor.

Şam’ın, Moskova’nın, Tahran’ın, Washington’un itirazı ortadayken seçim öncesi yapmayı planladığı

sınır ötesi operas yonu yapabilecek gibi de görünmüyor. “Bükemediğin eli öp” deyişi gerçek olup da Esad, yakında Ayasofya Camii’ne namaza gelirse hiç şaşırmayacağız.


23 Kasım 2022 Çarşamba

İSTİKLAL CADDESİ TERÖRÜ

 Büyük bir saldırı gerçekleşti taksimde ve Türkiye günlerdir istiklal Caddesi'nde patlayan bombayı tartışıyor. Ancak Türkiye'nin son başbakanı Binali Yıldırım, konunun bambaşka bir boyutunu gündeme getirdi. Türkiye'nin 3,5 milyon mülteciyi ağırladığını, her türlü ihtiyaçlarını karşıladığını hatırlattı.

"Onların Avrupa'ya gelmesinin önüne geçiyoruz. Bunu yaparken terör örgütlerinin Avrupa'ya yayılmasının da önüne geçiyoruz" diye yazdı. Birkaç satırlık bu tweette, Türkiye'nin 6 yıldır yaşadığı büyük travmanın itirafı var. Avrupa'nın nispeten huzurlu geçirdiği bu 6 yılda Türkiye, terör örgütlerinin üssü haline geldi ve tarihinin en büyük terör saldırılarını yaşadı. Özellikle seçim önceleri yoğunlaşan ve iç politik amaçlarla da kullanıldığı anlaşılan bu saldırıların çoğu Suriye sınırından kaçak giren saldırganların imzasını taşıyordu. 109 cana mal olan Ankara Gar saldırısından yılbaşı gecesi Reina baskınına, Atatürk Havalimanı'nın bombalanmasından son Taksim patlamasına kadar onlarca eylemde saldırganların izi, sınır ötesinde bulundu. Bunun ne kadarının kontrolsüz geçişlerden kaynaklandığı ne kadarına siyasi olarak göz yumulduğu hala tartışılan bir konu...

Mülteci Anlaşması, Türkiye'nin sadece nüfus yapısını değil, sosyal dokusunu, siyasi konumunu da değiştirdi. Avrupa ile birlikte sınır güvenliğinin garantiye alınacağı ve soruna kalıcı çözüm bulunacağı yerde para karşılığı göçün bütün yükünün omuzlanması, beraberinde kuşaklara yayılacak bir sorunlar yumağı getirdi. Birçok örgüt, karargâhını Türkiye'ye kurdu. Son dönem onlarca uyuşturucu baronu ve Rus oligarklar da bu akına katıldı. Son saldırı, bunun yeni bir örneği... Çözüm bulması gerekenler ise, kan gölüne dönmüş Türkiye'den Avrupa'ya, "Meraklanmayın. Bizim kanımız dökülüyor, ama size yayılmasına izin vermiyoruz" diye mesaj yolluyor.

14 Kasım 2022 Pazartesi

PARTİ DEVLETİ

 Geçen haftalarda yapılan Polis Akademisi'nin mezuniyet töreninde, akademi bandosunun Erdoğan'ın huzurunda AKP'nin şarkısını çalması, polis-parti işbirliğinin müzikali gibiydi. Ne yalan söyleyeyim, el çırparak şarkıya eşlik eden partili devlet ricali, bana Kuzey Kore parti toplantılarını hatırlattı. "Parti devleti" manzaraları bununla kalsa iyi...

Polis teşkilatı, Jandarma ile birlikte, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun teşvikiyle, ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu hakkında suç duyurusunda bulundu. Bir ülkenin silahlı kolluk gücü, iktidar partisinin emrine girmiş, onun şarkısını Polis Akademisi'nin mezuniyet töreninde, akademi bandosunun Erdoğan'ın huzurunda AKP'nin şarkısını çalması, polis-parti işbirliğinin müzikali gibiydi. Ne yalan söyleyeyim, el çırparak şarkıya eşlik eden partili devlet ricali, bana Kuzey Kore parti toplantılarını hatırlattı.

"Parti devleti" manzaraları bununla kalsa iyi... Polis teşkilatı, Jandarma ile birlikte, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun teşvikiyle, ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu hakkında suç duyurusunda bulundu. Bir ülkenin silahlı kolluk gücü, iktidar partisinin emrine girmiş, onun şarkısını söylüyor, muhalefeti dava ediyorsa, orada ancak polis devletinden söz edilebilir. Kuvvetler ayrımı bitirilip yargı da iktidarın emrine geçtiğine göre, muhalefet neye güvenecek? Halkın bir kısım seçilmiş temsilcisi, milletvekili, belediye başkanı zaten hapiste; yerlerine partili bürokratlar atanmış durumda.

 Hayatında hukukla ilgisi olmamış bir bürokrat, İçişleri Bakanı'nın müsteşarı, daha geçen hafta Anayasa Mahkemesi üyeliğine atandı. Böylece yüksek mahkemede üçte iki çoğunluk iktidar partisinin eline geçti. Yani seçimin kilit partisi HDP'yi kapatabilecek çoğunluğa ulaştılar. Harika değil mi? Polis partinin şarkısını çalsın, jandarma ana muhalefete saldırsın, yargı, rakip partiyi kapatsın. Sen de bu tek kale maça “demokrasi" adını ver. Muhalefete karşı çalışan devlet kurumları listesine istihbaratı da eklemek gerek...

Soylu'nun, "Yarın öbür gün Kılıçdaroğlu'nun ses kaydı çıkarsa ne olur?" diye sormasından anladık ki muhalefet liderini dinlemişler, kullanmak için fırsat kolluyorlar. Çok tehlikeli bir görüntü bu: Erdoğan, milletle devleti karşı karşıya getirdi. Şimdi muhalefet, sadece AKP ile değil, onun önüne barikat kuran devasa bir silahlı güçle de mücadele etmek zorunda... Şansı var mı? Var. Nice otokrat, o silahlı güce rağmen, halk iradesine boyun eğmedi mi? Tabii ki değmedi Bundan sonraki süreçte ne olur bilinmez ama seçimlerin yaklaştığı Bu dönemlerde halkın iyi düşünerek karar vermesi gerektiği bir gerçek..

11 Ekim 2022 Salı

İRANLI KADIN MUHSA AMİNİ VE BAŞÖRTÜSÜ

 15 yıl önce AKP, Cumhurbaşkanlığı’na talip olduğunda ülkenin laik kesimleri “Türkiye İran olmayacak!” sloganıyla sokağa dökülmüştü. Çünkü Tahran rejimi, 1979’daki İslami dönüşümden bu yana, Ankara için bir tehdide dönüşmüştü. İran’ın, Türkiye’deki siyasi cinayetlerin perde arkasındaki faili olarak görünmesi, Türkiye’ye sığınan muhalifleri kaçırması ya da öldürtmesi, resmi ziyaretlerde Anıtkabir’i ziyaret etmekten çekinmesi, ilişkileri zehirliyordu; ancak asıl tehdit, mollaların İslam devrimini ihraç etme siyasi cinayetlerin perde arkasındaki faili olarak görünmesi, Türkiye'ye sığınan muhalifleri kaçırması ya da öldürtmesi, resmi ziyaretlerde Anıtkabir'i ziyaret etmekten çekinmesi, ilişkileri zehirliyordu; ancak asıl tehdit, mollaların İslam devrimini ihraç etme hevesiydi.

Türkiye’deki kadınlar, son 20 yılda uğradıkları bütün dinci baskıya rağmen, “Türkiye İran olmasın!” mücadelesini sürdürdü; ancak o arada, İran’da da Türkiye’deki laikliğe özenme iradesi belirginleşti. Yıllardır Türkiye’ye tatil için geldiklerinde çarşaflarını çıkarmış şekilde eğlenirken görüntülenen İranlı kadınlar, sonunda bu hakkı ülkelerinde de elde edebilmek için direnişe geçti. Ve nihayet 13 Eylül’de, örtünme kurallarına uymadığı gerekçesiyle ahlak polisince gözaltına alınan 22 yaşındaki Mahsa Amini’nin ölümüyle başlayan direniş, hızla yayıldı. Nasıl mollalar rejimi, kadınlara örtünme dayatmasını erkek egemen bir baskı rejiminin inşası için araçsallaştırdıysa, kadınlar da kendi bedenlerine dair özgürce Karar verme hakkını, o eril baskı rejimine isyanın gerekçesine dönüştürdü. Böylece örtülmek istenen saç, açılım isteyen bir hareketin simgesi haline geldi.

İlginçtir: Türkiye’de başörtülülere eğitim kurumlarına giriş yasağı konduğunda İslami hareket, "kadınların giyim-kuşam hakkı❞ için eylem yapmıştı. Bugün artık o yasaklar yok; ancak örtünmeyen kadınlar, artan fanatik sosyal baskı nedeniyle, diledikleri gibi giyinme hakkını, pratikte önemli ölçüde kaybetmiş durumda...

Bir dönem başörtüsünü, “giyim-kuşam hakki hürriyeti” adına savunanlar, bu baskıya hiç sesini çıkarmıyor; tabii bugün İran’da patlayan kadın isyanına da... Ama Türkiye’nin özgür kadın hareketi, İranlı kadınların direnişini içtenlikle destekliyor. Görünen o ki, sloganın tahmin ettiği gibi, “Türkiye İran olmayacak!”, ama bu isyanın sonunda İran, laik Türkiye’yi örnek alırsa bu, büyük kazanım olacak.

19 Eylül 2022 Pazartesi

YURTDIŞINA VİZESİZ ÇIKIŞ MESELESİ

 Cumhurbaşkanı Erdoğan açıkladı; 30 Kasım 2015 tarihli Türk gazeteleri “Vizesiz Avrupa” müjdesiyle çıktı. Yapılan anlaşmaya göre Türkiye Yunanistan’dan her ay altı bin sığınmacı alacak, karşılığında da Ekim 2016’da Avrupa’ya vize uygulaması kalkacaktı. Açıklama çok güzeldi ama işin aslı başka

Altı yıl sonra Türkiye’de yaklaşık 4 milyon sığınmacı var, ama Türkiye vatandaşları için vizesiz Avrupa bir hayal... Ve şimdi vize de hayale dönüşmek üzere... Geçen yıl Schengen vizesine başvuran her 5 kişiden birinin talebi reddedildi. Bu yıl rakamın daha da arttığı tahmin ediliyor.

Vizeye başvuranlar 3000 TL kadar masraf yaptıktan sonra aylarca bekletiliyor, sonunda da genellikle “inandırıcı bulunmama” gerekçesiyle ret cevabı alıyorlar.

 Aslında gerekçe başka: 2016’dan beri ülkede artarak süren otoriterleşmeye bir de ekonomik kriz eklenince yurttaşların çoğu ülkeyi terk etmeyi düşünmeye başladı. Son anketlere göre gençlerin yüzde 73’ü yurtdışında yaşamak istiyor. Bir kısmı ülke değiştirmek için fırsat kollarken bir kısmı illegal yollardan Avrupa’ya geçiyor.

Kimisi, sınırı geçince pasaportunu yırtarak iltica başvurusu yapıyor. Bunu bilen elçilikler de çoğalan başvuruları, giderek artan oranda reddediyorlar. Vize krizi, büyük oranda Türk hükümetinin itibar kaybından kaynaklansa da mağdur olanlar genellikle iş insanları, akademisyenler, sanatçılar özellikle de, Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli göçmenler. Bu da özellikle Batı yanlısı kesimlerde Avrupa karşıtlığını besliyor.

Türkiye’nin bir sığınmacı merkezine dönüşmesinden yakınan yurttaşlar“Ülkeye giriş zorlaştırılsın, çıkış kolaylaşsın” diyedursun, yaşanan, bunun tam tersi:

Türkiye’den dışarı çıkmak zorlaşırken ülkeye girmek giderek kolaylaşıyor. Hem illegal yoldan gelen mülteciler, hem dövizine ihtiyaç duyulan yabancılar için Türkiye en kolay girilen ülkelerden biri haline geliyor. Özetle; “Vizesiz Avrupa” hayali gerçekleşmedi, ama “vizesiz Türkiye” kapısı, herkese açılmışa benziyor. Bizden  dışa çıkmak zor olsada bizim ülkeye girmek çok serbest..

25 Temmuz 2022 Pazartesi

ŞANTAJ KASETLERİ TAHTTAN EDİYOR

 Bu bir süredir, Bir kaset skandalıdır aldı başını gidiyor. Bir mafya babası tarafından gündemde tutulan bu kaset skandalları aslındaTürkiye’de her alanda sertleşen mücadelenin kirli bir silahı oldu ve bunun Adı: Kaset... Sadece siyasette değil, uzunca bir süredir hemen her alanda, şantajla iş yaptırmanın, tehditle çıkar sağlamanın manivelası olarak kullanılıyor. Kaset, son dönem, Kıbrıs’ta bir Başbakan devirdi, İhlas Holding'in CEO'sunu vurdu, Akdeniz Üniversitesi'ni karıştırdı, şimdi de İsmailağa Cemaati'ndeki iktidar mücadelesinde kullanılıyor. Saunalara, otel odalarına, kumarhane salonlarına giderek evlerin yatak odalarına yerleştirilen cihazlarla kaydedilen seks kasetleri, ses kasetleri, videolar, dinleme kayıtları, bazen bir suç örgütünün arşivinden, bazen bir cemaat evinden, çoğu zaman da istihbaratla çetelerin iş birliğinden çıkıyor. Bazen de öfkeli bir eş ya da sevgili tarafından kaydediliyor;

kimi zaman siyaseti tanzim için, bir rakibi bertaraf etmek için bir ihale koparmak için, kimi zaman da sırf intikam için yayınlanıyor, sosyal medya aracılığıyla hızla dağıtılıyor, iştahla paylaşılıyor, izleniyor, sonuç veriyor. Tabii biz sadece açığa çıkan kumpasları biliyoruz;

 CHP'de Baykal'ın devrilişini, Profesör Burhan Kuzu'nun kasetleri ortaya çıkmasın diye baronların işlerini takip edişini, Boyabat Belediye Başkanı’nın istifa edişini hatırlıyoruz; ama muhtemelen asıl, yayınlanmayan, elde tutulan, şantaj için kullanılan kasetler daha büyük iş görüyor, üniversitede, cemaatte, şov dünyasında belaltı vuruşlar o kadar arttı ki, şantajdan korkanlar evde, ofiste böcek cihazı araması yaptırmaya, duyları prizleri aratmaya, özel hatlardan konuşmaya başladı. Elbette işin kökeninde, tutucu toplumun tek tip ahlak dayatması ve kendi yaşam tarzı dışındakileri günahkâr sayması yatıyor.

Şeffaf olmayan kapalı toplum, karanlık ilişkilere ve şantaj siyasetine zemin hazırlıyor. Buna son verecek yaklaşım, rızaya dayalı her tercihin meşru sayılması, özel hayatın mahremiyetinin korunması olabilir.Bu açılım sağlanmadıkça, kaset piyasası daha çok insanı koltuğundan indirir ya da başka liderlerin hizmetine mahkûm eder.

4 Temmuz 2022 Pazartesi

SEÇİME YAKLAŞIRKEN ÜLKEDE NELER OLUR

 Dünyanın dışında yaşıyoruz sanki her hareketimiz skandal. Kitabına uyduruyoruz bir şekilde. Seçimi ele alalım mesela,,Uygar dünyada bir seçim kampanyası başlayınca liderlerin gezi programları, televizyonda tartışma programları filan örgütlenir.

Türkiye'de seçim kampanyası başlayınca şunlar oluyor: Seçim Yasası değiştiriliyor.

Muhalefetteki partilerin kilit isimleri tutuklanıyor. Rakip çıkmak isteyen adayın evinin bahçesine Genelkurmay Başkanı helikopterle iniyor. Seçim sandıklarını denetleyecek yargıçlar değiştiriliyor. Bütün seçmeni bir bayrak türden sınır ötesi harekâtlar planlanıyor. Ve nihayet gazeteleri, radyo ve televizyonları, sosyal medyayı tamamen kontrol altına alacak yasal düzenlemeler getiriliyor. Böylece köşeye sıkıştırılan muhalefete, “hadi şimdi kazan da görelim" deniliyor.

Futbol dilinde buna "tek kale maç" deniliyor; rakip takımın kalecisinin direğe bağlandığı bir tek kale maç... Meclis'e getirilen Sosyal Medya Yasası, seçime dönük bu bir seri hamlenin sonuncusu...

Erdoğan, medyayı neredeyse tamamen Saray'ına bağladı, hala muhalefet etmekte direnen gazetecileri de davalarla, tehditlerle, cezalarla yıldırdı. Ancak o süreçte medya da ciddi itibar kaybetti, güvenilmez, izlenmez, okunmaz oldu.

Kamuoyu, medyadan alamadığı bilgi için gözünü kulağını Twitter’a, YouTube’a, yurt dışından yayın yapan medya organlarına çevirdi. Hükümet, önce Twitter’da mesaj atanları bulup cezalandırarak, yurtdışından yayın yapan da engelleyerek veya onları lisans almaya zorlayarak çare bulmaya çalıştı; olmadı. Sosyal medyanın etkisi kırılamadı. Bunun üzerine baskı dozunun artırılmasına karar verildi. Yeni yasayla, artık "halk arasında panik yaratmak amacıyla gerçeğe aykırı bilgi yayanlara 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası verilecek.

Hangi bilginin gerçeğe aykırı olduğuna da yine iktidar kontrolün deki yargı karar verecek. Türkiye'de askeri operasyonda verilen kayıp sayısından, enflasyon rakamlarına kadar birçok bilginin tartışmalı olduğu düşünülürse bu muğlaklığın iktidara ne kadar geniş bir müdahale alanı sunduğu anlaşılır. Tek amaç, bilgi yayanı susturmak, iktidarı tartıştırmamak, tartışanı pişman etmek, seçime sorunsuz gitmek...

Peki, bu koşullarda, tek kale oynanan bir maç kazanılabilir mi?  Göreceğiz bakalım. Türkiye, bunun sınavına girecek önümüzdeki seçimde...

31 Mayıs 2022 Salı

OSLO ÖZGÜRLÜK FORUMU

 Birçoğunuz biliyordur OSLO Özgürlük Forumunu OSLO “insan haklarının Davos'u" sayılıyor. Ve bu yılki toplantıya Türkiye basını ne hikmetse ilgi göstermedi.  Haberlerde iki kelimeyle es geçildi

AKP hükümeti başa geldiğinden beri Türkiye, dünyaya ilgisini kaybetti tek ilgisi Ortadoğu yani Araplar oldu bunun farkında olan, ne yazı ki dünya Ülkeleri de Türkiye'ye ilgisini kaybediyor.

Oysa dünyayla iletişime her zamankinden daha çok ihtiyaç var şimdi... 7 milyar 700 milyonluk dünya nüfusunun 4 milyar 200 milyonu, yani yarısından fazlası baskı rejimleri altında yaşıyor.

Afrika'dan Latin Amerika'ya, Çin'den Rusya'ya uzanan büyük bir coğrafyada otoriter rejimler güç kazanıyor. Üstelik bu kez, Balkan coğrafyasında, Trump Amerika'sında, Fransız seçimlerinde gözlediğimiz gibi, Batı'da da demokrasilerin tehdit altına girdiğini gözlüyoruz.

Oslo, bu gidişatın mağdurlarının büyük buluşmasına tanık oldu. Tabii ki başköşede Ukraynalı direnişçiler oturuyordu. Ayakta alkışlandılar. Sonra sahneden, Belarus'un sürgündeki siyasetçileri, Suriye'de işkence görenler, Tanzanya'da hukuk mücadelesi verenler, İran'da mollalara direnenler geçti: Putin muhalifleri, Uygur Türkleri, Kırgız aktivistler...

Kayıp yakınları, işkence mağdurları, siyasi sürgün ler. Yerkürenin her yanında başka bir yara kanıyor,

sahneye her çıkan, hasarlı gezegenimizin, ayrı bir yarasını anlatıyordu. Ama sadece yaşanan acılar anlatılmadı; 

bu küresel felaketin mağdurları, çözüm yollarını da konuştu. Elbette bir numaralı çözüm önerisi, "Dünyanın bütün mağdurları, birleşiniz!” çağrısıydı. Mademki bir avuç diktatör, zulmü birbirinden öğrenip aynı yöntemleri uygulayarak dünya nüfusunun yarısını esir almıştı, onların baskısı altında yaşayan ve dünya nüfusunun yarısını oluşturan milyarlar da dayanışmalı, birbirlerinin deneyimlerini paylaşmalı, bir arada savaşmalıydı.

Oslo'da üç gün boyunca, otoriter rejimlere karşı ortak iletişim ağları yaratılmasından destek fonları oluşturulmasına, diktatör lüklerdeki spor etkinliklerinin boykot edilmesinden tüketici protestolarının örgütlenmesine, sürgün medyasının desteklemesin den, gazetecilerin sınır aşan ortak çalışmalarının geliştirilmesine dek pek çok öneri tartışıldı. Evet, dünya, popülizm salgının pençesinde belki, ama neyse ki aşısını bulmak için mücadele de aynı kararlılıkla devam ediyor. Yani hala bir umut var..

17 Mayıs 2022 Salı

Türkiye Aslında Yüzyıllardır Göçmenler Ülkesi

 

İran sınırından Türkiye’ye kaçak yollardan giren göçmenler, sık sık yaşadıkları trajik olaylarla gündeme geliyor. Bangladeş, Afganistan, Pakistan ve İran gibi ülkelerden gelen göçmenler, sınırdaki tüm önlemlere rağmen Türkiye’ye girebiliyor. Göçmenler Türkiye’ye girdikten sonra bazen araçlarla bazen de yürüyerek Diyarbakır’a kadar geliyor. Son yıllarda karayollarında yürüyen göçmenler sıkça görülmeye başlandı.

İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 2020 yılında Türkiye’ye kaçak giriş yapan 122 bin 302 göçmen yakalandı. 2021 yılında ise 5 Mayıs itibarıyla bu sayının 36 bin 898 olduğu açıklandı. Özellikle İran sınırı, bir bölümüne duvar örülmesi, sınır karakollarının bulunması, insansız hava araçlarıyla 24 saat gözetlenmesine rağmen geçişler engellenemiyor.

Ve ne yazık ki kaçakçılıkla ilgili caydırıcı sebepler olmadığından insan kaçakçılığı bir sektör haline geldi.

Daha önce çok küçük çaplı kaçakçılık faaliyeti yapan insanlar bile bu alanın, risksiz ve cezasız bırakılmasını da gözeterek, bu alana kaymış durumda.. Sadece Türkiye'de değil İran, Afganistan, Pakistan gibi sınırlarda çalışan asker, polis ve diğer yetkili kişilerin bir kısmının da bu çarkın içerisinde olduğu, Göçmen kaçakçıları ile çalıştıkları, göz yumdukları söylenebilir.

 AKP dönemi olan toplam 21 yılda Türkiye adeta Ortadoğu yu kendine çekti. Burada kalan göçmenler, yaşadıkları ülkedeki gelenek görenek ve ananevi değerlerin de beraberinde getirdikleri için Türk toplumu tarafından kabul görmemekteler. Zaman zaman yüksek sesle veya Sosyal medyada istemediklerini belirten Türk toplumu AKP iktidarına ateş püskürüyor.

İçişleri Bakanlığı verilerine göre 2020 yılında yakalanan göçmenler arasında 50 bin 161 ile Afganlar ilk sırayı aldı. Afganistan’ı 17 bin 562 kişiyle Suriye, 13 bin 487 kişiyle de Pakistan izledi. Pakistan ve Bangladeş gibi ülkelerden gelenler olduğu söylense de, gerçekte ülkemizde 5000 göçmenin olduğu söyleniyor.

 

Rahat bir yaşam için ülkelerini terk eden Kaçak göçmenler Türkiye’yi Aslında transit geçiş için de  kullanıyor. Onların neredeyse tamamını ülkelerindeki ekonomik koşullar nedeniyle, daha iyi bir yaşam umudu ile yola çıkan ve yüzde 99’u Avrupa'nın herhangi bir bölgesinde ulaşmaya çalışan insanlar.

Geçekte Onların Türkiye'de iltica aramak gibi bir amaçları yok. Çünkü onlara göre Türkiye yaşanabilir bir ülke değil. Ülkemizde kalan Suriyeli Afganlı ve diğer göçmenlerin se mecburiyetten kaldığı vurgulanıyor.

10 Mayıs 2022 Salı

Mülteci Sorunu

 Bir süredir enflasyon,  ekonomik kriz diye ekranlarda gazetelerde haber yapılıyor. Ülke yangın yeri,mevcut hükümet 2050 yılının bile planını yapıp ilerde daha da iyi olacak sözleriyle  Umut tacirliği yaparken,  Türkiye'deki ekonomik krizin, işsizliğin, yoksulluğun sorumlusu bulundu: Mülteciler... Mevcut kriz, ekonomi kötü yönetildiği için değil, onlar geldiği için olmuş meğer... Oysa Türkiye'nin kimyasını değiştiren bu devasa göçün ardında bir utanç anlaşmasının yattığını hatırlamak için kısa bir hafıza tazelemesi yeter: 


2015'te büyük göçmen akını başlayınca Avrupa Birliği acil önlem alma ihtiyacı duydu ve 19 Mart 2016'da Türkiye ile Mülteci Anlaşması imzalandı.

Dönemin Başbakanı Davutoğlu'nun "tarihi gün" dediği o günkü anlaşmaya göre "Türkiye, Ege adalarına geçen kaçak göçmenlerin tamamını kabul edecek, Avrupa ülkeleri de bunun karşılığında aynı sayıdaki yasal göçmeni Türkiye'den alacaktı.


Yani Türkiye'nin kabul ettiği her 1 mülteciye karşılık AB, 1 mülteci alacaktı. Türkiye'ye bu anlaşma karşılığında 3 milyar Euro ve iki ay içinde Avrupa'ya vizesiz seyahat imkânı vaat ediliyordu. Türkiye ise o süre içinde, AB'nin öne sürdüğü 72 koşulu yerine getirecek,mesela Terörle Mücadele Yasası'nın kapsamını daraltacak, yani demokratik leşecekti. 

Olacak iş değildi. Büyük kandırmacaydı. Göç, vize, tam üyelik gibi birbiriyle alakasız konular bir çuvala konmuş, karıştırılmıştı. 3 ay sonra bilanço çıkarıldı:


Türkiye'ye o süre içinde 18 bin mülteci gelmişti. Avrupa ülkeleri bunlardan sadece 798'ini almıştı. Yani vaatlerin tersine, her 100 mülteciden sadece 4'ü alınmıştı. 

Peki ya 2 ay içinde verileceği vaat edilen vize serbestisi? Tabii ki verilmemişti;


Kısacası  Ankara açıkça kandırılmıştı. "Tarihi" dediği anlaşmayı imzalayan Başbakan Davutoğlu o dönem görevden ayrıldı. Avrupa, bir boş vaat ve bir miktar parayla, devasa bir yükü Türkiye'nin sırtına yıkıp kendini kurtarmıştı.


Şimdi Türkiye, 5 milyona ulaştığı tahmin edilen mülteci nüfusuyla o yükün bedelini ödüyor. Irkçılık tırmanıyor, toplumsal tepki günden güne büyüyor  gerek kültürel faktör gerekse yaşam biçimi Türklere uymayan bu insanlar,son zamanlarda karışmış oldukları suç lar yüzünden elbette tepkinin hedefinde…

Aslında bir kandırma anlaşmasına imza atan Mevcut hükümet yada onu kandıran Avrupa Birliği değil, ülkelerindeki yangından kaçan mülteciler bulunuyor. 


Yani Güçlüye gücü yetmeyen, acısını güçsüzden çıkarıyor.


Gençlik ve Tarikatlar

 Bir tarikat yurdunda kalan 20 yaşındaki tip öğrencisi Enes Kara'nın intiharı, bütün Türkiye'yi sarsti.

 Sadece bir gencin yaşadığı baskılar nedeniyle kendini binadan atıp canına kıyması değildi yürekleri yakan... Onun son çektiği videosunda bahsettiği

umutsuzluktu... 


Babasının, intihardan sonra "Bir sorunu yoktu, şikâyetçi değiliz” açıkla masıydı. O kadar anlattığı şeye rağmen sorunu yoktu demek ne büyük bir Talihsizlik ve Zavallılık aslında... 


Yetkililerin, yurt yönetiminin, yandaş medyanın sessizliğiydi. Toplumdaki büyük infiale rağmen, ana muhalefet partisi liderinin yorum yapmaktan kaçınmasıydı.

Bütün bunlar, olayı bir gencin intiharı olmaktan çıkardı, bir gençliğin, bir kuşağın intiharı haline soktu. 


Türkiye'nin bir görünen, konuşan yüzü var; bir de suskun, saklı yüzü... Bu ikincisi, içten içe kanıyor. 

Tarikat yurtlarında, kuran kurslarında,yetiştirme yurtlarında, göçmenlerin çalıştırıldığı atölyelerde, tekkelerde, ceza evlerinde, kendilerine dayatılan koşullara boyun eğen, acı çeken, örselenen milyonlar var. 

Bu derin ayrım, eskiden de vardı kuşkusuz... 


Enes'lerin kuşağının farkı,ceplerindeki telefon... Babası, Enes'in ardından verdiği demeçte, "Telefon elinden düşmezdi" diyor. Ne görüyordu Enes, gözü nü yaşadığı hiçlikten, telefonunun ekranina çevirdiğinde? Kendisine yurtta dayatılan dini kullanarak iktidar olanların semirmesini, din tüccarlarının sefa âlemlerini, arabada kokain çekip metres leriyle bira içen sözde müminleri, çalıp çırparak edindikleri servetle kendilerine yasaklanan dünyevi zevklere gömülen mütedeyyinleri…


Gencecik bir insan için böyle koca bir yalanla baş etmek zordur. İster istemez öfkelenirsiniz ve öfkenizi akıtabileceğiniz demokratik kanallar yoksa öfkenizi kendinize yöneltirsiniz. Muhtemelen tarikatlar, şimdi bu yaşananlardan sonra gençlerin elindeki telefonları toplayıp onların dış dünyayla temaslarını kesmeye çalışacaktır. 

Oysa sorun, telefonda gördük leri dünyada değil, hapsedildikleri o zindan da... Daha doğrusu bu iki dünya arasında bu kadar derin bir uçurum olmasında...Enes'leri yutan da o uçurum aslında... 


Onlara özgür bir yurt sunamayıp tarikat yurtlarına mahkûm ettiğimiz ve onların kendi hayatları için alacakları karara saygı duymadığımız sürece, o uçurumu kapatmamız mümkün olmayacak. 


GEZİ OLAYLARI

 Gezi olaylarını hepimiz hatırlıyoruz sanırım.

28 Mayıs 2013 yılıydı Erdoğan O yaz, İstanbul'un en gözde alanına, şehrin merkezindeki Gezi Parkı'na bir alışveriş merkezi yapma kararını açıkladı ve bir gece ağaçları kesmeye başladı.

Bunu gören çevreci gençler, sonra semt sakinleri, ardından İstanbul halkı akın akın parka, ağaçları korumaya gitti. Parkta geceyi geçirmek için çadır kurdular, polis ve zabıta çadırları topladı. Bir zabıta memuru parka kurulan çadırları ateşe vermeye kalkışınca da   oradaki insanlar buna tepki gösterdi. Taksim Meydanı, binlerce insanın buluştuğu bir direniş alanına dönüştü.

Bu dayanışma, bir anda Türkiye'nin her yerinde milyonların katıldığı bir protesto halini aldı. Artık mesele park değil, hükümet baskısı, çevre yağması, tek tip yaşam dayatmasıydı. 10 milyona yakın insanın katıldığı protestolar, polisin kalabalıklara ateş açmasıyla kanlı sonuçlandı: 

Aralarında küçük 1 çocuğun da olduğu 10 kişi öldü. 

Sanki O günden sonra Türk ekonomisi sürekli kan kaybetti. Erdoğan ise Gezi'nin, Batı tarafından kışkırtılmış, kendisini devirmeye yönelik bir ihtilal teşebbüsü olduğunu  kamera karşısında dile getiriyordu.


Batılı televizyonların ve halk TV nin haricinde hiç bir kanal olayları detaylı vermedi, aksine penguen belgeseli yayınlandı ."Gezi olaylarında teröristlerin finans kaynağı olan kişinin arkasında, meşhur Macar Yahudi'si Soros olduğu iddia edildi  ve Soros 'la ilişkili olduğunu düşünülen işadamı Osman Kavala  Geziyi finanse ettiği suçlamasıyla tutuklandı.

Kavala'nın kurduğu Anadolu Kültür Enstitüsü'nün Alman vakıflarıyla işbirliği ve 10 Batılı büyükelçinin Kavala'nın serbest bırakılması için çağrı yapmasını  Erdoğan büyük bir öfke ile adeta göz dağı verdi.  Kendisine muhalifliğiyle bilinen, aralarında Can Dündar'ında  olduğu bazı isimler de Gezi davasının sanık listesine eklendi. 


Gezi finansmanı iddiasına dair hiçbir delil bulunmamasına rağmen Kavala, 4,5 yıl hapiste tutuldu. Sonunda da Gezi olaylarından 9 yıl sonra Kavala 'ya müebbet,7 sanığa 18 yıl hapis ceza verildi. 


Ne ilginçtir ki Kararı açıklayan heyetteki yargıçlardan biri, iktidar partisinin milletvekili aday adayıydı. 

Geziciler işte tam da buna, yani Türkiye'nin bir "parti devleti-tek adam yönetimine dönüşmesine karşı çıkmıştı. Türkiye tarihine kara bir leke olarak geçecek olan Gezi olayları

Asla unutulmayacak bir olay olarak hafızalara kazındı.


18 Nisan 2022 Pazartesi

SATA SATA GELİNEN NOKTA

 AKP'nin politikaları ülkeyi bir yandan kalkındırmak diğer yandan da devletin yükünü hafifletmekti

Ancak işler umulduğu gibi gitmedi.1995'te Türkiye'de kamu işletmelerinin sayısı 278'di. Özelleştirmelerle birlikte 2000'li yılların başında bu sayı 240'a, AKP döneminde ise devlete ait ya da devletin ortak olduğu yalnız 71 kurum kaldı.

1980 yılında Türkiye'deki kamu iktisadi işletmelerinin sayısı 166'ydı. Bu rakam kimi şirketlerin bünyesinde kurulan yan işletmelerle birlikte arttı. 1995 yılında Türkiye'de kamuya ait işletmelerin sayısı 278'di. Türkiye Cumhuriyeti bu işletmelerin büyük bir bölümünden kâr elde ediyordu. Kâr getirmeyen işletmeler ise vatandaş için hizmet üretiyordu. Bu işletmelerle zaman içerisinde ilgilenen olmadı. İşletmelerde yer alan makineler eskidi, kadrolar şişti. Bu da işin bahanesi oldu. ‘Zarar ediyor' denilerek düğmeye bir basıldı, satışa çıkartıp satılan yerin adına da devretmek, kiraya vermek denildi.

Ülke ekonomisine ciddi katkılar saylayan 8 ilde üretim tesisi bulunan SEKA Kağıt Fabrikası, Japonya'ya bile kağıt ihraç ediyordu. Böylesi büyük bir üretim alanı hiçe sayıldı. bugün ülkede döviz kuru her geçen gün yükseliyor. Çok derin bir yarayı yara bandıyla kapatmaya çalışıyorlar ancak ekonomi kangren olmuş durumda. Bunun yanında özelleştirmeler nedeniyle parayla satın alınacak ürün bile bulunamıyor. Yine SEKA satıldığı için gazete basacak, kitap yapacak, tuvalette kullanacak kağıt bulunamaz hale gelmiş durumda

 – SSK Eczaneleri (Tasfiye Edildi) tüm eczanelerden ilaç alınması öngörülürken  ödemesi iptal edilen ilaç listeleri uzadıkça uzadı . Sonuç yine eczanelerde ilaç yok ve sigortalı olan her işçi emekli ilaç farkı ödemek zorunda bırakıldı.

Köy Hizmetleri (Tasfiye edildi) tarım ve çiftçilik bitti.

 ülkemizde Katarlar altın madenlerimizden altın çıkartıyor bizde geride kalan çamurlardan krom çıkartmaya çalışıyoruz.işte geldiğimiz nokta.ekonomik kriz,işsizlik, enflasyon..

31 Mart 2022 Perşembe

ARABULUCU TÜRKİYE

 Saray'ın diplomasisini şekillendiren isimlerden sözcü İbrahim Kalın, 2013 yılında, yeni Türk dış politikasını, “değerli yalnızlık" diye özetlemişti. Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşundan beri üyesi olmaya çalıştığı Avrupa ailesinden kopmuş,ABD ile ilişkileri gerilmiş, bütün komşularıyla kavgalı hale gelmişti. 


Ortadoğu'daki ülkelerle de anlaşmazlığa düşünce, bu başarısızlığa anlam kazandırmak gerekmiş ve yalnızlık övgüsüne geçilmişti. Oysa Türkiye'nin geleneksel çizgisi, Komşularla iyi ilişki, çok yönlü dış politika, yurtta ve dünyada barış şeklindeydi. 


"değerli" denilen yalnızlık, bu 90 yıllık politikadan vaz geçmenin bedeliydi aslında... Erdoğan'ın "Eyyy" naralarıyla dünyayla kavga eden Türkiye, ne Rusya'ya ne Amerika'ya yaranabildi.

Ne Ortadoğu'da ne Avrupa'da dost edinebildi. 


Suriye ile savaşa girdi. Yunanistan'la savaşın eşiğine geldi. Artık dünyanın yüzünü çevirdiği, yapayalnız bir ülkeydi. "Yanlış yapıyorsunuz. Ülkenin asırlık diplomasi mirasını mahvediyorsunuz" diyen diplomatlar, "monşer” ilan edildi.

Çok yönlü dış politikaya dönüş öneren muhalefet lanetlendi. Nice sonra AKP, "değerli yalnızlığın ağır faturasını gördü. Avrupa'dan dışlandılar, ABD Başkanı'ndan mektupla hakaret işittiler, Putin'in kapısında bekletildiler, Ortadoğu'daki bağlarını yitirdiler.


Şimdi Erdoğan, kendi kazdığı çukurdan çıkmaya, 10 yıllık hatasından dönmeye çalışıyor. "Monşer" dediği diplomatların, kulak tıkadığı muhalefetin dediklerini yapıyor: Yunanistan'dan Ermenistan'a kadar komşularıyla yıktığı ilişkileri yeniden inşaya, Ortadoğu'da düşman haline getirdiği ülkelerle dost olmaya çalışıyor.

 Ve Ukrayna savaşıyla, savaşı kışkırtan ülke pozisyonundan, barışı arayan ülke rolüne geçiyor. “Bütün dünya bize düşman" algısıyla geçen 10 yıldan geriye, öfkeyle yakılan dolarlar, çekiçle parçalanan cep telefonları, bıçaklanan portakallar kaldı. Bir de saldırgan bir yalnızlığın değil, yurtta ve cihanda sulhun değerli olduğunu, nice yıldan  sonra yeniden keşfeden bir ülke…


18 Mart 2022 Cuma

ALMANYA BAŞBAKANI

 Almanya Başbakanı ile yaptığı görüşmede Erdoğan, hepimizin çok iyi bildiği beden dilini bir kez daha çok ustaca kullandı. Türkiye Cumhurbaşkanının Putin veya Trump ile yaptığı görüşmenin fotoğraflarını Scholz'unkilerle karşılaştırırsanız ne demek istediğimi hemen anlarsınız.

Bariz bir şekilde bacak bacak üstüne atmış ve Türk'e "Bakın onu nasıl dans ettirdim" demişti.
Ama biz zaten Merkel örneğinden biliyoruz ki Realpolitik'te demokrasinin hassasiyeti ertelenebilir. Merkel'e Erdoğan'ın baskıcı rejimini unutturan mülteci kriziydi ve Ukrayna krizi şimdi Scholz'a onu unutturuyor.

NATO üyesi Türkiye ile Rusya arasında bir yakınlaşma tehlikesi göz önüne alındığında, yeni Şansölye de eski Şansölye gibi Ankara'ya yaptığı ilk ziyarette Erdoğan'ı rahatsız edebilecek açıklamalardan kaçındı. "Güvenliğimizi savunmalıyız" cümlesini şu sözlerle bitirdi.
"basmış olmak. Ne yapacaksınız?” Scholz Merkel'i savundu ve mülteci anlaşmasını hatırlatmakla yetindi. Erdoğan, insan haklarının veya laikliğin Almanya'nın öncelikleri olmadığını görerek, Almanya şansölyesin den bir Türk-Alman üniversitesi açmasını istedi.

Elbette hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları da önemli..." Böylece bir kez daha "önce güvenlik" ilkesi öne çıktı. Basın toplantısında ARD muhabiri Oliver Mayer-Rüth, "Merkel, insan hakları ihlallerine göz yummakla suçlandı.

İslam ilahiyat fakültesi ile. Erdoğan, uluslararası krizlerin batılı müttefiklerini kendisine bağımlı hale getirmeye zorladığı için defalarca şanslı...   

Bağımlılık bazen mülteci akınından, bazen de Rus gemilerinin Boğazdan geçişin den, İslam ilahiyat fakültesi ile. Diğer zamanlarda enerji işbirliği veya NATO birliği nedeniyle. Bu hayati olayların yanında Türkiye'nin tutsaklar ülkesi olması, siyasi partilerin yasaklanması, basın özgürlüğünün bastırılması, tedrici kuruluş gibi gerçekler var.

Demokratik bir devletin sadece göz ardı edilebilecek küçük ayrıntıları. Ve otokratlar, müzakere ortaklarını susturan kozları sayesinde tam bir soğukkanlılıkla bacak bacak üstüne atarak poz verebilirler.


Siyasi partiler HDP ye mecbur.

 Seçim için iki ittifak yarışta... Ve görünen o ki, iki ittifak baş başa... İktidardaki Cumhur İttifakı ile muhalefetteki Millet İttifakı'nın yüzde 40'ar oyu var... Ve görünen o ki, seçimin kaderi, yüzde 10'un üzerinde oyu olan HDP'nin elinde…



Kürtler, son yerel seçimde kendi adaylarını geri çekip muhalefetin adaylarını destek leyerek Ankara, İstanbul ve kimi büyük kentlerin Erdoğan'dan geri alınmasını sağladılar. Karşılığında en azından HDP'ye kapatma davası karşısında sahiplenilmeyi beklediler,

ama muhalefet tersine, onlar yokmuş gibi yapmayı tercih etti. Kurulan altılı mutabakat masasına HDP dahil edilmedi. Ve HDP, "Bizi çantada keklik görenler, yanıldıklarını anlayacak" demeye başladı. Şimdi seçim ufukta göründükçe iki ittifakta da Kürtlerin oyunu yeniden kazanma çabaları başladı.


Erdoğan'ın "Öcalan'ın Demirtaş'a kızgın olduğunu" ima eden demecinden, iktidarın İmrali ile görüşmeler yapmakta olduğunu öğrendik. Kürtler cephesinden de yalanlanmayan

bu temasa dair bir ipucunu Nevruz'da görme ihtimalinden söz ediliyor. Erdoğan'ın bu hamlesine muhalefet, Kılıçdaroğlu'nun Diyarbakır gezisi ile karşılık verdi. CHP lideri hem ittifak içindeki muhafazakâr ortaklarını hem partisi içindeki tutucu kanadı dinlemedi.


Demokrasinin yolunun Diyarbakır'dan geçtiğini söyledi ve Kürtlerle buluşmaya gitti. CHP'nin, yıllardır neredeyse hiç oy alamadığı Kürt illerinde giderek varlık göstermeye başladığı biliniyordu. Bu gezinin, bu yükselişi daha da artırması bekleniyor.


Kılıçdaroğlu, henüz Cumhurbaşkanı adaylığını açıklamasa da yaptığı her hamle ile bu önemli misyona hazırlandığını gösteriyor. Eğer "helalleşme" sözünün arkasında durabilir ve giderek birbirinden uzaklaşan Kürtlerle Türkler arasında bir bağ oluşturabilir sei, sadece kendi siyasi kariyerine değil, toplumsal barışa da büyük katkı sağlar.


9 Mart 2022 Çarşamba

6 LI KOAİSYON KORKUTTU

 Dünya, demokrasilerin gerileyip otokrasi lerin güçlendiği, zorlu bir dönemden geçiyor. Türkiye, dengesi değişen bu tahterevallide, zayıf da olsa demokratik kefedeydi. Ama son 10 yılda, tek adam yönetimine geçti ve otokrasiye evrildi. Sonuç ortada: Kontrolsüz güç, kutuplaşmış toplum, işlevsiz meclis, bağımlı yargı, tarafgir medya ve fren sistemini kaybetmiş bir Saray yönetiminin kutuplaştırarak felakete sürüklediği bir ülke... 

Şimdi Türkiye, yıktığını yeniden yapmaya çalışıyor.



Muhalefetteki alti parti liderinin imzaladığı deklarasyon, başkanlık sisteminden, parlamenter sisteme dönüş vaat ediyor. Erdoğan'ın harap ettiği yapıyı yeniden kazandırma ve güçlendirme sözü veriyor: Bağımsız yargı, güçlü parlamento,özgür medya, sembolik Cumhurbaşkanı, özerk üniversite, kadın-erkek eşitliği, inanç özgürlüğü, laik devlet... Nasıl ki tek adam yönetiminin bedelini en ağır ödeyen Almanya, bir daha aynısını yaşamamak için savaş sonrası sistemini

yenileyip merkezi gücü dağıtan, diyalog ve uzlaşmaya dayanan bir demokratik rejim inşa ettiyse, Türkiye'de son 10 yılın dersleriyle, bir arada yönetme temalı bir rehabilitasyon dönemine hazırlanıyor. 


Bu buluşma, merkez sağ ve merkez solda muhtemel koalisyonun ortakları olarak görülebilir. 

Şimdi kararsız seçmen, en azından Erdoğan'ın alternatifinin ne olduğunu ve kendisine ne vaat ettiğini somut olarak biliyor. Ancak kitlelerin öncelikli talebi ve acil ihtiyacı parlamenter demokrasi değil;


yoksulluğa itilen toplum, acilen ekonomik krize el konmasını, işsizliğe, yoksulluğa, geçim derdine çare bulunmasını bekliyor. Altılı mutabakatın önündeki acil hedef, mutfaktaki yangını söndürmek olmalı... Malum; demokrasi kitabı, ancak tok karnına okununca anlaşılabiliyor.


13 Şubat 2022 Pazar

Halil Falyalı Cinayeti

 Türkiyeli yetkililer Kıbrıs'a "yavru vatan" dedikçe, bu güzelim adayı, kendi yönettikleri "Anavatan"a benzettiler: Yolsuzluğa, mafyaya, kumarhanelere, uyuşturucu ticaretine, fuhuşa batmış, siyasi skandalların, suikastların, faili meçhul cinayetlerin pençesinde, bir kara para aklama cenneti...  Diye başlıyordu konuşmasına Can Dündar..


Türkiye'nin karanlık arka bahçesi... 20 yıl önce Avrupa Birliği üyeliğinden söz edilen Kuzey Kıbrıs şimdi, Amerikan federal polisinin gözetimi altında bir şüpheli ülke durumunda diye anlatan Can Dündar sözlerine şöyle devam ediyor 


Halil Falyalı'nın ancak narko devletlerde rastlanacak bir operasyonla öldürülmesi, geride pek çok soru işareti bıraktı. Kumarhanelerinde ünlü şarkıcıları, bürokratları, siyasetçileri ve onların çocuklarını ağırlayan ve onların kasetlerinden oluşan bir arşivi olduğuna inanılan biriydi Falyalı…


Kasetler savaşı, daha 3 ay önce Kıbrıs Başbakanı'nın istifasına yol açmıştı. Suikastin, Sedat Peker videoları ile başlayan sarsıntıların devamı olma ihtimali yüksek... Bu, Peker'in iddialarının ciddiyetini de kanıtlıyor. Peker'e göre, eski Başbakan Binali Yıldırım'ın oğlu Erkam Yıldırım Kıbrıs'a gittiğinde Halil Falyalı'nın misafiri oluyordu. Bazı kasetler kullanılarak Erkan Yıldırım uyuşturucu kaçakçılığının aparatı haline getirilmişti. "Erkam Yıldırım-Süleyman Soylu dostluğuna bakın" demişti Peker…


Soylu'nun birlikte fotoğraf verdiği bir başka dostu da Almanyalı Osmanlılar yöneticisi Taner Ay'dı Peker, AKP'lilerin isteği üzerine ona para yolladığını söylemişti. O söyledikten hemen sonra, Aralık'ta Taner Ay da kuşkulu bir trafik kazasında öldü.


Anlaşılan o ki, kasetlerin, belgelerin, sırların ortaya dökülmesinden kaygılanan ve izlerin üst koltuktaki lere doğru yürümesinden rahatsız olan birileri, "mıntıka temizliği" yapıyor. Buna Nuri Gökhan Bozkır In Ukrayna'dan getirilmesi ve Sedat Peker'in iadesi için Dubai ile ilişkilerin düzeltilmesi de dâhil…... 


Sonunda temizleyen mi olacaklar, temizlenen mi? Hem "ana", hem "yavru vatan"ın geleceği, bu sorunun cevabında saklı…


6 Şubat 2022 Pazar

Kürtçe dili Neden Korkutuyor

 İstanbul'un gözbebeği İstiklal Caddesi, oldum olası, müzisyenlerin mekânıdır. Caddeyi boydan boya yürürken, her dilden şarkılar dinleyebilirsiniz. Geçen hafta polis Kürtçe hariç dedi ve caddede Kürtçe müzik yapan gençleri engelledi.

İzleyicilerden birinin müdahaleyi cep telefonuna kaydetmesi sayesinde konu, bir anda gündeme yerleşti. Milletvekilleri, Meclis'te İçişleri Bakanı'na engellemenin gerekçesini sordu. Soru önergesinde, "Şarkı Fransızca olsa ve Fransızca söyleseler de engelleyecek misiniz?" dediler.


Bu ülkede Türklerden sonra en büyük nüfusa sahip halkın dili üzerindeki baskı bitmek bilmiyor. 1980 darbesinden sonra, Türkçe dışında dil kullanmak resmen yasaklanmıştı. Sokakta Kürtçe konuşanlar bile tutuklanıyordu.


Sonraları kâh AB'ye şirin görünmek, kâh Kürtlerin oyunu almak için bu yasak kısmen kaldırıldı. Ama Kürtçenin derdi bitmedi. Meclis'te Kürtçe yemin edenler hapsedildi. Kürtçe oyunlar yasaklandı. Sahnede Kürtçe türkü söyleyenler kurşunlandı


Ahmet Kaya, albümünde Kürtçe şarkı söyleyeceğini beyan ettiği için neredeyse linç edildi. Hala mahkemede biri Kürtçe ifade verdiğinde hâkim, "anlaşılmayan bir dilde konuştu" diye kayda geçiyor. "Anlaşılmayan" dil dedikleri, asırlardır bu topraklarda konuşulan bir dil…


Korkunun özünde, Türkiye'nin asırlık bölünme fobisi yatıyor. İnsanlar Kürtçe konuşursa bunun, "Tek millet, tek devlet, tek bayrak" diye ifade edilen Türkiye formülünde delik açmasından korkuluyor. 

Oysa son 40 yılın pratiği, bir dili konuşmanın değil, tersine yasaklamanın,Kürtleri ortak vatan duygusundan uzaklaştırdığını ortaya koyuyor. 

En iyisini HDP'li Meral Danış Beştaş yaptı; İstiklal'de engellenen "Yar Meleke" şarkısını Meclis'te basın toplantısında söyledi. Ülke de bölünmedi.


Kim bilir belki de yıllardır yasaklanan dilin, kışkırtılan nefretin ve bitmeyen tahammülsüzlüğün çaresi, iki dilde, hep bir ağızdan barış türküleri söylemektir.belki o'zaman herşey güzel olacak.


30 Ocak 2022 Pazar

SEZEN AKSU OLAYI

 Baskıcı yönetimler altında şarkıcıların tavrını inceleyenler, şarkıcıları üç grupta toplayabilir: Baskıya boyun eğenler, baskiya direnenler, baskıyı görmezden gelenler... Genelde sonuncular en büyük grubu oluşturur.  


"Dünya yansa ben şarkımı söylerim" derler ve aslında bu duyarsızlıkları ile iktidara destek verirler. Baskıya boyun eğenler ise ikiye ayrılır: Menfaati olanlar ve korkusu olanlar... Muktedirle fotoğraf çektirilecekse menfaati olanlar tahta en yakın durur,


korkudan yanaşanlar yan koltuklarda oturur. Tahta yakın duranlar, her devirde iktidarın kaynağını yemiştir. Onları, 12 Eylül'ün paşa davetlerinde de, Semra Özal'ın papatya partilerinde de, Erdoğan'ın saray sohbetlerinde de,yüzlerinde aynı yapmacık gülümsemeyle poz verirken görebilirsiniz. 


Sevdikleri, iktidardaki değildir aslında; iktidardır. Baskıya direnenlere gelince... Onlar, şov dünyasının asi çocuklarıdır. Kimisi ciddi bir politik tavırla, kimisi hayranlarının zoruyla,kimisi özgürlüğünü savunma inadıyla, karşı durur baskıya... 

Özellikle hayran grubu kalabalık olanların en ufak itirazı bile öyle büyük gürültü koparır ki iktidar, tavır almak zorunda kalır. 


Son birkaç haftada, önce Tarkan, Enes Kara nın İntiharına dair mesajıyla iktidarın tepkisini çekti; sonra Gülşen, sahne kıyafetiyle, ardından Sezen Aksu, 5 yıl önceki şarkısıyla... Tarkan'ın mesajında eleştirdiği "bağnaz ve yobaz zihniyet”, gelip Sezen Aksu'nun "Havva ile Ådem'in cehaleti"ne değinen şarkısını hedef aldı. 


Devlet Bahçeli, fırsatı kaçırmayıp "Minik Serçeyi kuzgunluğa özenmekle suçladı. Bu isimlerin yandaş medyada neredeyse linç edilmesi karşısında pop dünyasının verdiği tepki üçe ayrılabilir: İtiraz edenler, boyun eğenler ve görmezden gelenler... Görmezden gelenler yine çoğunluktaydı, ama Tarkan'a, Gülşen'e ve Sezen Aksu'ya destek verenlerin sesi epey gür Çıktı bu sefer…


 İktidar yandaşlarına gelince:Bahçeli'ye alkış tutmak ta biraz zorlandılar. Ama sanırım aralarında iyi koku alanlar, muhtemel bir iktidar değişikliğinde hangi sofrada, kiminle fotoğraf çektireceğini hesaplamaya başladı.


27 Ocak 2022 Perşembe

İstanbul Havalimanı

 İstanbul havalimanı  taksi şoföründen, Ankara'daki saray danışmanına kadar herkesin dilindeydi, Almanların bitiremediği havaalanını, Türk müteahhitlerin 5 yılda tamamlayıvermesi... "Almanlar Türkiye'yi kıskanıyor" tezinin dayanağıydı.

Türklerin iftihar verilmesiydi. Erdoğan da İstanbul havalimanının açılışında, bunun tadını çıkarmış, alaycı bir tonda Alman hükümetine, "Verin Türk müteahhitlere bitiriversinler" demişti. İşte bu, "bir çırpıda bitiriverme"nin maliyeti pahalıya patladı.


İstanbul'a kar yağınca... O çabucak yapılı verilen havaalanının kargo binasının çatısı çöktü. Pist kullanılamaz hale geldi. Alana giden otoyollar kapandı. "Aceleyle açacağız" diye metroda tamamlanamadığı için kimse havalimanına ulaşamadı. Mahsur kaldı. Yine "Hızla bitirip seçime yetiştireceğiz" telaşıyla çevre oteller bitiremediğin den insanlar alanda mahsur kaldı. 


Yolcular "Otel isteriz" diye protesto gösterisi yaptılar. Tabii o zaman, halkın geçemediği yollardan polis hızla geçti ve 

göstericiler susturulup

Altlarına birer karton verilerek uyutuldu. 


Erdoğan'ın "daha büyük, daha görkemli, daha hızlı, daha kârlı”

ısrarı Hükümet, İstanbul Havaalanı'nın yerini açıkladığında, bunun çevreye büyük zarar vereceğine dair uyarıları, duymazdan gelmesi felaketin eşiğine getirdi. 


İstanbul'da yapım sürecinde 35 işçi öldü.  iş güvenliğinin önemsenmediği Türkiye'de gündem bile olmadı.  Oysa bu olay Almanya'da olsa yer yerinden 

İş güvenliğinin önemsenmediği, denetim sürecinin de hakkıyla işlemediği, daha ilk ciddi kar yağışından belli oldu. Kargo binasının çatısıyla birlikte, hükümetin “en iyisini, en hızlı yaptık" argümanı da çöktü. 


Bütün bu olanlardan Anlıyoruz ki  hem Havaalanı'nı hem alana giden yolları yapan, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın gözdesi müteahhitlerin kâr etmesi, ve  hükümetin de hızıyla övünmesi, her şeyden önemliydi. Ama İstanbul'a ulaşmaya çalışan bakanlar kendi elleriyle kapattıkları eski havaalanına inmek zorunda kaldı. İşte işin en trajikomik yanı da bu oldu.


15 Ocak 2022 Cumartesi

Gençlik ve Tarikatlar

 

Bir tarikat yurdunda kalan 20 yaşındaki tip öğrencisi Enes Kara'nın intiharı, bütün Türkiye'yi sarstı.

 Sadece bir gencin yaşadığı baskılar nedeniyle kendini binadan atıp canına kıyması değildi yürekleri yakan... Onun son çektiği videosunda bahsettiği

Umutsuzluktu...

 

Babasının, intihardan sonra "Bir sorunu yoktu, şikâyetçi değiliz” açıklamasıydı. O kadar anlattığı şeye rağmen sorunu yoktu demek ne büyük bir Talihsizlik ve Zavallılık aslında...

 

Yetkililerin, Yurt yönetiminin, Yandaş Medyanın sessizliğiydi. Toplumdaki büyük infiale rağmen, ana muhalefet partisi liderinin, Her büyük afet veya Olaylarda olduğu gibi yorum yapmaktan kaçınmasıydı.

Bütün bunlar, olayı bir gencin intiharı olmaktan çıkardı, bir gençliğin, bir kuşağın intiharı haline soktu. 

 

Türkiye'nin bir görünen, konuşan yüzü var; bir de suskun, saklı yüzü... Bu ikincisi, içten içe kanıyor.

Tarikat yurtlarında, kuran Kurslarında, yetiştirme yurtlarında, göçmenlerin çalıştırıldığı Atölyelerde, Tekkelerde, Ceza evlerinde, kendilerine dayatılan koşullara boyun eğen, acı çeken, örselenen milyonlar var. Bu derin ayrım, eskiden de vardı kuşkusuz...

 

Enes'lerin kuşağının farkı, ceplerindeki telefon... Babası, Enes'in ardından verdiği demeçte, "Telefon elinden düşmezdi" diyor. Enes, gözü nü yaşadığı hiçlikten, telefonunun ekranına çevirdiğinde Ne görüyordu?

Kendisine yurtta dayatılan dini kullanarak iktidar olanların semirmesini, din tüccarlarının sefa âlemlerini, arabada kokain çekip metres leriyle bira içen sözde müminleri, çalıp çırparak edindikleri servetle kendilerine yasaklanan dünyevi zevklere gömülen mütedeyyinleri…

 

Gencecik bir insan için böyle koca bir yalanla baş etmek zordur. İster istemez öfkelenirsiniz ve öfkenizi akıtabileceğiniz demokratik kanallar yoksa öfkenizi kendinize yöneltirsiniz. Muhtemelen tarikatlar, şimdi bu yaşananlardan sonra gençlerin elindeki telefonları toplayıp onların dış dünyayla temaslarını kesmeye çalışacaktır.

Oysa sorun, telefonda gördük leri dünyada değil, hapsedildikleri o zindan da... Daha doğrusu bu iki dünya arasında bu kadar derin bir uçurum olmasında... Enes’leri yutan da o uçurum aslında...

 

Onlara özgür bir yurt sunamayıp tarikat yurtlarına mahkûm ettiğimiz ve onların kendi hayatları için alacakları karara saygı duymadığımız sürece, o uçurumu kapatmamız mümkün olmayacak.