31 Mart 2022 Perşembe

ARABULUCU TÜRKİYE

 Saray'ın diplomasisini şekillendiren isimlerden sözcü İbrahim Kalın, 2013 yılında, yeni Türk dış politikasını, “değerli yalnızlık" diye özetlemişti. Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşundan beri üyesi olmaya çalıştığı Avrupa ailesinden kopmuş,ABD ile ilişkileri gerilmiş, bütün komşularıyla kavgalı hale gelmişti. 


Ortadoğu'daki ülkelerle de anlaşmazlığa düşünce, bu başarısızlığa anlam kazandırmak gerekmiş ve yalnızlık övgüsüne geçilmişti. Oysa Türkiye'nin geleneksel çizgisi, Komşularla iyi ilişki, çok yönlü dış politika, yurtta ve dünyada barış şeklindeydi. 


"değerli" denilen yalnızlık, bu 90 yıllık politikadan vaz geçmenin bedeliydi aslında... Erdoğan'ın "Eyyy" naralarıyla dünyayla kavga eden Türkiye, ne Rusya'ya ne Amerika'ya yaranabildi.

Ne Ortadoğu'da ne Avrupa'da dost edinebildi. 


Suriye ile savaşa girdi. Yunanistan'la savaşın eşiğine geldi. Artık dünyanın yüzünü çevirdiği, yapayalnız bir ülkeydi. "Yanlış yapıyorsunuz. Ülkenin asırlık diplomasi mirasını mahvediyorsunuz" diyen diplomatlar, "monşer” ilan edildi.

Çok yönlü dış politikaya dönüş öneren muhalefet lanetlendi. Nice sonra AKP, "değerli yalnızlığın ağır faturasını gördü. Avrupa'dan dışlandılar, ABD Başkanı'ndan mektupla hakaret işittiler, Putin'in kapısında bekletildiler, Ortadoğu'daki bağlarını yitirdiler.


Şimdi Erdoğan, kendi kazdığı çukurdan çıkmaya, 10 yıllık hatasından dönmeye çalışıyor. "Monşer" dediği diplomatların, kulak tıkadığı muhalefetin dediklerini yapıyor: Yunanistan'dan Ermenistan'a kadar komşularıyla yıktığı ilişkileri yeniden inşaya, Ortadoğu'da düşman haline getirdiği ülkelerle dost olmaya çalışıyor.

 Ve Ukrayna savaşıyla, savaşı kışkırtan ülke pozisyonundan, barışı arayan ülke rolüne geçiyor. “Bütün dünya bize düşman" algısıyla geçen 10 yıldan geriye, öfkeyle yakılan dolarlar, çekiçle parçalanan cep telefonları, bıçaklanan portakallar kaldı. Bir de saldırgan bir yalnızlığın değil, yurtta ve cihanda sulhun değerli olduğunu, nice yıldan  sonra yeniden keşfeden bir ülke…


18 Mart 2022 Cuma

ALMANYA BAŞBAKANI

 Almanya Başbakanı ile yaptığı görüşmede Erdoğan, hepimizin çok iyi bildiği beden dilini bir kez daha çok ustaca kullandı. Türkiye Cumhurbaşkanının Putin veya Trump ile yaptığı görüşmenin fotoğraflarını Scholz'unkilerle karşılaştırırsanız ne demek istediğimi hemen anlarsınız.

Bariz bir şekilde bacak bacak üstüne atmış ve Türk'e "Bakın onu nasıl dans ettirdim" demişti.
Ama biz zaten Merkel örneğinden biliyoruz ki Realpolitik'te demokrasinin hassasiyeti ertelenebilir. Merkel'e Erdoğan'ın baskıcı rejimini unutturan mülteci kriziydi ve Ukrayna krizi şimdi Scholz'a onu unutturuyor.

NATO üyesi Türkiye ile Rusya arasında bir yakınlaşma tehlikesi göz önüne alındığında, yeni Şansölye de eski Şansölye gibi Ankara'ya yaptığı ilk ziyarette Erdoğan'ı rahatsız edebilecek açıklamalardan kaçındı. "Güvenliğimizi savunmalıyız" cümlesini şu sözlerle bitirdi.
"basmış olmak. Ne yapacaksınız?” Scholz Merkel'i savundu ve mülteci anlaşmasını hatırlatmakla yetindi. Erdoğan, insan haklarının veya laikliğin Almanya'nın öncelikleri olmadığını görerek, Almanya şansölyesin den bir Türk-Alman üniversitesi açmasını istedi.

Elbette hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları da önemli..." Böylece bir kez daha "önce güvenlik" ilkesi öne çıktı. Basın toplantısında ARD muhabiri Oliver Mayer-Rüth, "Merkel, insan hakları ihlallerine göz yummakla suçlandı.

İslam ilahiyat fakültesi ile. Erdoğan, uluslararası krizlerin batılı müttefiklerini kendisine bağımlı hale getirmeye zorladığı için defalarca şanslı...   

Bağımlılık bazen mülteci akınından, bazen de Rus gemilerinin Boğazdan geçişin den, İslam ilahiyat fakültesi ile. Diğer zamanlarda enerji işbirliği veya NATO birliği nedeniyle. Bu hayati olayların yanında Türkiye'nin tutsaklar ülkesi olması, siyasi partilerin yasaklanması, basın özgürlüğünün bastırılması, tedrici kuruluş gibi gerçekler var.

Demokratik bir devletin sadece göz ardı edilebilecek küçük ayrıntıları. Ve otokratlar, müzakere ortaklarını susturan kozları sayesinde tam bir soğukkanlılıkla bacak bacak üstüne atarak poz verebilirler.


Siyasi partiler HDP ye mecbur.

 Seçim için iki ittifak yarışta... Ve görünen o ki, iki ittifak baş başa... İktidardaki Cumhur İttifakı ile muhalefetteki Millet İttifakı'nın yüzde 40'ar oyu var... Ve görünen o ki, seçimin kaderi, yüzde 10'un üzerinde oyu olan HDP'nin elinde…



Kürtler, son yerel seçimde kendi adaylarını geri çekip muhalefetin adaylarını destek leyerek Ankara, İstanbul ve kimi büyük kentlerin Erdoğan'dan geri alınmasını sağladılar. Karşılığında en azından HDP'ye kapatma davası karşısında sahiplenilmeyi beklediler,

ama muhalefet tersine, onlar yokmuş gibi yapmayı tercih etti. Kurulan altılı mutabakat masasına HDP dahil edilmedi. Ve HDP, "Bizi çantada keklik görenler, yanıldıklarını anlayacak" demeye başladı. Şimdi seçim ufukta göründükçe iki ittifakta da Kürtlerin oyunu yeniden kazanma çabaları başladı.


Erdoğan'ın "Öcalan'ın Demirtaş'a kızgın olduğunu" ima eden demecinden, iktidarın İmrali ile görüşmeler yapmakta olduğunu öğrendik. Kürtler cephesinden de yalanlanmayan

bu temasa dair bir ipucunu Nevruz'da görme ihtimalinden söz ediliyor. Erdoğan'ın bu hamlesine muhalefet, Kılıçdaroğlu'nun Diyarbakır gezisi ile karşılık verdi. CHP lideri hem ittifak içindeki muhafazakâr ortaklarını hem partisi içindeki tutucu kanadı dinlemedi.


Demokrasinin yolunun Diyarbakır'dan geçtiğini söyledi ve Kürtlerle buluşmaya gitti. CHP'nin, yıllardır neredeyse hiç oy alamadığı Kürt illerinde giderek varlık göstermeye başladığı biliniyordu. Bu gezinin, bu yükselişi daha da artırması bekleniyor.


Kılıçdaroğlu, henüz Cumhurbaşkanı adaylığını açıklamasa da yaptığı her hamle ile bu önemli misyona hazırlandığını gösteriyor. Eğer "helalleşme" sözünün arkasında durabilir ve giderek birbirinden uzaklaşan Kürtlerle Türkler arasında bir bağ oluşturabilir sei, sadece kendi siyasi kariyerine değil, toplumsal barışa da büyük katkı sağlar.


9 Mart 2022 Çarşamba

6 LI KOAİSYON KORKUTTU

 Dünya, demokrasilerin gerileyip otokrasi lerin güçlendiği, zorlu bir dönemden geçiyor. Türkiye, dengesi değişen bu tahterevallide, zayıf da olsa demokratik kefedeydi. Ama son 10 yılda, tek adam yönetimine geçti ve otokrasiye evrildi. Sonuç ortada: Kontrolsüz güç, kutuplaşmış toplum, işlevsiz meclis, bağımlı yargı, tarafgir medya ve fren sistemini kaybetmiş bir Saray yönetiminin kutuplaştırarak felakete sürüklediği bir ülke... 

Şimdi Türkiye, yıktığını yeniden yapmaya çalışıyor.



Muhalefetteki alti parti liderinin imzaladığı deklarasyon, başkanlık sisteminden, parlamenter sisteme dönüş vaat ediyor. Erdoğan'ın harap ettiği yapıyı yeniden kazandırma ve güçlendirme sözü veriyor: Bağımsız yargı, güçlü parlamento,özgür medya, sembolik Cumhurbaşkanı, özerk üniversite, kadın-erkek eşitliği, inanç özgürlüğü, laik devlet... Nasıl ki tek adam yönetiminin bedelini en ağır ödeyen Almanya, bir daha aynısını yaşamamak için savaş sonrası sistemini

yenileyip merkezi gücü dağıtan, diyalog ve uzlaşmaya dayanan bir demokratik rejim inşa ettiyse, Türkiye'de son 10 yılın dersleriyle, bir arada yönetme temalı bir rehabilitasyon dönemine hazırlanıyor. 


Bu buluşma, merkez sağ ve merkez solda muhtemel koalisyonun ortakları olarak görülebilir. 

Şimdi kararsız seçmen, en azından Erdoğan'ın alternatifinin ne olduğunu ve kendisine ne vaat ettiğini somut olarak biliyor. Ancak kitlelerin öncelikli talebi ve acil ihtiyacı parlamenter demokrasi değil;


yoksulluğa itilen toplum, acilen ekonomik krize el konmasını, işsizliğe, yoksulluğa, geçim derdine çare bulunmasını bekliyor. Altılı mutabakatın önündeki acil hedef, mutfaktaki yangını söndürmek olmalı... Malum; demokrasi kitabı, ancak tok karnına okununca anlaşılabiliyor.