31 Mayıs 2022 Salı

OSLO ÖZGÜRLÜK FORUMU

 Birçoğunuz biliyordur OSLO Özgürlük Forumunu OSLO “insan haklarının Davos'u" sayılıyor. Ve bu yılki toplantıya Türkiye basını ne hikmetse ilgi göstermedi.  Haberlerde iki kelimeyle es geçildi

AKP hükümeti başa geldiğinden beri Türkiye, dünyaya ilgisini kaybetti tek ilgisi Ortadoğu yani Araplar oldu bunun farkında olan, ne yazı ki dünya Ülkeleri de Türkiye'ye ilgisini kaybediyor.

Oysa dünyayla iletişime her zamankinden daha çok ihtiyaç var şimdi... 7 milyar 700 milyonluk dünya nüfusunun 4 milyar 200 milyonu, yani yarısından fazlası baskı rejimleri altında yaşıyor.

Afrika'dan Latin Amerika'ya, Çin'den Rusya'ya uzanan büyük bir coğrafyada otoriter rejimler güç kazanıyor. Üstelik bu kez, Balkan coğrafyasında, Trump Amerika'sında, Fransız seçimlerinde gözlediğimiz gibi, Batı'da da demokrasilerin tehdit altına girdiğini gözlüyoruz.

Oslo, bu gidişatın mağdurlarının büyük buluşmasına tanık oldu. Tabii ki başköşede Ukraynalı direnişçiler oturuyordu. Ayakta alkışlandılar. Sonra sahneden, Belarus'un sürgündeki siyasetçileri, Suriye'de işkence görenler, Tanzanya'da hukuk mücadelesi verenler, İran'da mollalara direnenler geçti: Putin muhalifleri, Uygur Türkleri, Kırgız aktivistler...

Kayıp yakınları, işkence mağdurları, siyasi sürgün ler. Yerkürenin her yanında başka bir yara kanıyor,

sahneye her çıkan, hasarlı gezegenimizin, ayrı bir yarasını anlatıyordu. Ama sadece yaşanan acılar anlatılmadı; 

bu küresel felaketin mağdurları, çözüm yollarını da konuştu. Elbette bir numaralı çözüm önerisi, "Dünyanın bütün mağdurları, birleşiniz!” çağrısıydı. Mademki bir avuç diktatör, zulmü birbirinden öğrenip aynı yöntemleri uygulayarak dünya nüfusunun yarısını esir almıştı, onların baskısı altında yaşayan ve dünya nüfusunun yarısını oluşturan milyarlar da dayanışmalı, birbirlerinin deneyimlerini paylaşmalı, bir arada savaşmalıydı.

Oslo'da üç gün boyunca, otoriter rejimlere karşı ortak iletişim ağları yaratılmasından destek fonları oluşturulmasına, diktatör lüklerdeki spor etkinliklerinin boykot edilmesinden tüketici protestolarının örgütlenmesine, sürgün medyasının desteklemesin den, gazetecilerin sınır aşan ortak çalışmalarının geliştirilmesine dek pek çok öneri tartışıldı. Evet, dünya, popülizm salgının pençesinde belki, ama neyse ki aşısını bulmak için mücadele de aynı kararlılıkla devam ediyor. Yani hala bir umut var..

17 Mayıs 2022 Salı

Türkiye Aslında Yüzyıllardır Göçmenler Ülkesi

 

İran sınırından Türkiye’ye kaçak yollardan giren göçmenler, sık sık yaşadıkları trajik olaylarla gündeme geliyor. Bangladeş, Afganistan, Pakistan ve İran gibi ülkelerden gelen göçmenler, sınırdaki tüm önlemlere rağmen Türkiye’ye girebiliyor. Göçmenler Türkiye’ye girdikten sonra bazen araçlarla bazen de yürüyerek Diyarbakır’a kadar geliyor. Son yıllarda karayollarında yürüyen göçmenler sıkça görülmeye başlandı.

İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 2020 yılında Türkiye’ye kaçak giriş yapan 122 bin 302 göçmen yakalandı. 2021 yılında ise 5 Mayıs itibarıyla bu sayının 36 bin 898 olduğu açıklandı. Özellikle İran sınırı, bir bölümüne duvar örülmesi, sınır karakollarının bulunması, insansız hava araçlarıyla 24 saat gözetlenmesine rağmen geçişler engellenemiyor.

Ve ne yazık ki kaçakçılıkla ilgili caydırıcı sebepler olmadığından insan kaçakçılığı bir sektör haline geldi.

Daha önce çok küçük çaplı kaçakçılık faaliyeti yapan insanlar bile bu alanın, risksiz ve cezasız bırakılmasını da gözeterek, bu alana kaymış durumda.. Sadece Türkiye'de değil İran, Afganistan, Pakistan gibi sınırlarda çalışan asker, polis ve diğer yetkili kişilerin bir kısmının da bu çarkın içerisinde olduğu, Göçmen kaçakçıları ile çalıştıkları, göz yumdukları söylenebilir.

 AKP dönemi olan toplam 21 yılda Türkiye adeta Ortadoğu yu kendine çekti. Burada kalan göçmenler, yaşadıkları ülkedeki gelenek görenek ve ananevi değerlerin de beraberinde getirdikleri için Türk toplumu tarafından kabul görmemekteler. Zaman zaman yüksek sesle veya Sosyal medyada istemediklerini belirten Türk toplumu AKP iktidarına ateş püskürüyor.

İçişleri Bakanlığı verilerine göre 2020 yılında yakalanan göçmenler arasında 50 bin 161 ile Afganlar ilk sırayı aldı. Afganistan’ı 17 bin 562 kişiyle Suriye, 13 bin 487 kişiyle de Pakistan izledi. Pakistan ve Bangladeş gibi ülkelerden gelenler olduğu söylense de, gerçekte ülkemizde 5000 göçmenin olduğu söyleniyor.

 

Rahat bir yaşam için ülkelerini terk eden Kaçak göçmenler Türkiye’yi Aslında transit geçiş için de  kullanıyor. Onların neredeyse tamamını ülkelerindeki ekonomik koşullar nedeniyle, daha iyi bir yaşam umudu ile yola çıkan ve yüzde 99’u Avrupa'nın herhangi bir bölgesinde ulaşmaya çalışan insanlar.

Geçekte Onların Türkiye'de iltica aramak gibi bir amaçları yok. Çünkü onlara göre Türkiye yaşanabilir bir ülke değil. Ülkemizde kalan Suriyeli Afganlı ve diğer göçmenlerin se mecburiyetten kaldığı vurgulanıyor.

10 Mayıs 2022 Salı

Mülteci Sorunu

 Bir süredir enflasyon,  ekonomik kriz diye ekranlarda gazetelerde haber yapılıyor. Ülke yangın yeri,mevcut hükümet 2050 yılının bile planını yapıp ilerde daha da iyi olacak sözleriyle  Umut tacirliği yaparken,  Türkiye'deki ekonomik krizin, işsizliğin, yoksulluğun sorumlusu bulundu: Mülteciler... Mevcut kriz, ekonomi kötü yönetildiği için değil, onlar geldiği için olmuş meğer... Oysa Türkiye'nin kimyasını değiştiren bu devasa göçün ardında bir utanç anlaşmasının yattığını hatırlamak için kısa bir hafıza tazelemesi yeter: 


2015'te büyük göçmen akını başlayınca Avrupa Birliği acil önlem alma ihtiyacı duydu ve 19 Mart 2016'da Türkiye ile Mülteci Anlaşması imzalandı.

Dönemin Başbakanı Davutoğlu'nun "tarihi gün" dediği o günkü anlaşmaya göre "Türkiye, Ege adalarına geçen kaçak göçmenlerin tamamını kabul edecek, Avrupa ülkeleri de bunun karşılığında aynı sayıdaki yasal göçmeni Türkiye'den alacaktı.


Yani Türkiye'nin kabul ettiği her 1 mülteciye karşılık AB, 1 mülteci alacaktı. Türkiye'ye bu anlaşma karşılığında 3 milyar Euro ve iki ay içinde Avrupa'ya vizesiz seyahat imkânı vaat ediliyordu. Türkiye ise o süre içinde, AB'nin öne sürdüğü 72 koşulu yerine getirecek,mesela Terörle Mücadele Yasası'nın kapsamını daraltacak, yani demokratik leşecekti. 

Olacak iş değildi. Büyük kandırmacaydı. Göç, vize, tam üyelik gibi birbiriyle alakasız konular bir çuvala konmuş, karıştırılmıştı. 3 ay sonra bilanço çıkarıldı:


Türkiye'ye o süre içinde 18 bin mülteci gelmişti. Avrupa ülkeleri bunlardan sadece 798'ini almıştı. Yani vaatlerin tersine, her 100 mülteciden sadece 4'ü alınmıştı. 

Peki ya 2 ay içinde verileceği vaat edilen vize serbestisi? Tabii ki verilmemişti;


Kısacası  Ankara açıkça kandırılmıştı. "Tarihi" dediği anlaşmayı imzalayan Başbakan Davutoğlu o dönem görevden ayrıldı. Avrupa, bir boş vaat ve bir miktar parayla, devasa bir yükü Türkiye'nin sırtına yıkıp kendini kurtarmıştı.


Şimdi Türkiye, 5 milyona ulaştığı tahmin edilen mülteci nüfusuyla o yükün bedelini ödüyor. Irkçılık tırmanıyor, toplumsal tepki günden güne büyüyor  gerek kültürel faktör gerekse yaşam biçimi Türklere uymayan bu insanlar,son zamanlarda karışmış oldukları suç lar yüzünden elbette tepkinin hedefinde…

Aslında bir kandırma anlaşmasına imza atan Mevcut hükümet yada onu kandıran Avrupa Birliği değil, ülkelerindeki yangından kaçan mülteciler bulunuyor. 


Yani Güçlüye gücü yetmeyen, acısını güçsüzden çıkarıyor.


Gençlik ve Tarikatlar

 Bir tarikat yurdunda kalan 20 yaşındaki tip öğrencisi Enes Kara'nın intiharı, bütün Türkiye'yi sarsti.

 Sadece bir gencin yaşadığı baskılar nedeniyle kendini binadan atıp canına kıyması değildi yürekleri yakan... Onun son çektiği videosunda bahsettiği

umutsuzluktu... 


Babasının, intihardan sonra "Bir sorunu yoktu, şikâyetçi değiliz” açıkla masıydı. O kadar anlattığı şeye rağmen sorunu yoktu demek ne büyük bir Talihsizlik ve Zavallılık aslında... 


Yetkililerin, yurt yönetiminin, yandaş medyanın sessizliğiydi. Toplumdaki büyük infiale rağmen, ana muhalefet partisi liderinin yorum yapmaktan kaçınmasıydı.

Bütün bunlar, olayı bir gencin intiharı olmaktan çıkardı, bir gençliğin, bir kuşağın intiharı haline soktu. 


Türkiye'nin bir görünen, konuşan yüzü var; bir de suskun, saklı yüzü... Bu ikincisi, içten içe kanıyor. 

Tarikat yurtlarında, kuran kurslarında,yetiştirme yurtlarında, göçmenlerin çalıştırıldığı atölyelerde, tekkelerde, ceza evlerinde, kendilerine dayatılan koşullara boyun eğen, acı çeken, örselenen milyonlar var. 

Bu derin ayrım, eskiden de vardı kuşkusuz... 


Enes'lerin kuşağının farkı,ceplerindeki telefon... Babası, Enes'in ardından verdiği demeçte, "Telefon elinden düşmezdi" diyor. Ne görüyordu Enes, gözü nü yaşadığı hiçlikten, telefonunun ekranina çevirdiğinde? Kendisine yurtta dayatılan dini kullanarak iktidar olanların semirmesini, din tüccarlarının sefa âlemlerini, arabada kokain çekip metres leriyle bira içen sözde müminleri, çalıp çırparak edindikleri servetle kendilerine yasaklanan dünyevi zevklere gömülen mütedeyyinleri…


Gencecik bir insan için böyle koca bir yalanla baş etmek zordur. İster istemez öfkelenirsiniz ve öfkenizi akıtabileceğiniz demokratik kanallar yoksa öfkenizi kendinize yöneltirsiniz. Muhtemelen tarikatlar, şimdi bu yaşananlardan sonra gençlerin elindeki telefonları toplayıp onların dış dünyayla temaslarını kesmeye çalışacaktır. 

Oysa sorun, telefonda gördük leri dünyada değil, hapsedildikleri o zindan da... Daha doğrusu bu iki dünya arasında bu kadar derin bir uçurum olmasında...Enes'leri yutan da o uçurum aslında... 


Onlara özgür bir yurt sunamayıp tarikat yurtlarına mahkûm ettiğimiz ve onların kendi hayatları için alacakları karara saygı duymadığımız sürece, o uçurumu kapatmamız mümkün olmayacak. 


GEZİ OLAYLARI

 Gezi olaylarını hepimiz hatırlıyoruz sanırım.

28 Mayıs 2013 yılıydı Erdoğan O yaz, İstanbul'un en gözde alanına, şehrin merkezindeki Gezi Parkı'na bir alışveriş merkezi yapma kararını açıkladı ve bir gece ağaçları kesmeye başladı.

Bunu gören çevreci gençler, sonra semt sakinleri, ardından İstanbul halkı akın akın parka, ağaçları korumaya gitti. Parkta geceyi geçirmek için çadır kurdular, polis ve zabıta çadırları topladı. Bir zabıta memuru parka kurulan çadırları ateşe vermeye kalkışınca da   oradaki insanlar buna tepki gösterdi. Taksim Meydanı, binlerce insanın buluştuğu bir direniş alanına dönüştü.

Bu dayanışma, bir anda Türkiye'nin her yerinde milyonların katıldığı bir protesto halini aldı. Artık mesele park değil, hükümet baskısı, çevre yağması, tek tip yaşam dayatmasıydı. 10 milyona yakın insanın katıldığı protestolar, polisin kalabalıklara ateş açmasıyla kanlı sonuçlandı: 

Aralarında küçük 1 çocuğun da olduğu 10 kişi öldü. 

Sanki O günden sonra Türk ekonomisi sürekli kan kaybetti. Erdoğan ise Gezi'nin, Batı tarafından kışkırtılmış, kendisini devirmeye yönelik bir ihtilal teşebbüsü olduğunu  kamera karşısında dile getiriyordu.


Batılı televizyonların ve halk TV nin haricinde hiç bir kanal olayları detaylı vermedi, aksine penguen belgeseli yayınlandı ."Gezi olaylarında teröristlerin finans kaynağı olan kişinin arkasında, meşhur Macar Yahudi'si Soros olduğu iddia edildi  ve Soros 'la ilişkili olduğunu düşünülen işadamı Osman Kavala  Geziyi finanse ettiği suçlamasıyla tutuklandı.

Kavala'nın kurduğu Anadolu Kültür Enstitüsü'nün Alman vakıflarıyla işbirliği ve 10 Batılı büyükelçinin Kavala'nın serbest bırakılması için çağrı yapmasını  Erdoğan büyük bir öfke ile adeta göz dağı verdi.  Kendisine muhalifliğiyle bilinen, aralarında Can Dündar'ında  olduğu bazı isimler de Gezi davasının sanık listesine eklendi. 


Gezi finansmanı iddiasına dair hiçbir delil bulunmamasına rağmen Kavala, 4,5 yıl hapiste tutuldu. Sonunda da Gezi olaylarından 9 yıl sonra Kavala 'ya müebbet,7 sanığa 18 yıl hapis ceza verildi. 


Ne ilginçtir ki Kararı açıklayan heyetteki yargıçlardan biri, iktidar partisinin milletvekili aday adayıydı. 

Geziciler işte tam da buna, yani Türkiye'nin bir "parti devleti-tek adam yönetimine dönüşmesine karşı çıkmıştı. Türkiye tarihine kara bir leke olarak geçecek olan Gezi olayları

Asla unutulmayacak bir olay olarak hafızalara kazındı.