“Film diye seyrettiğimiz, 1-2 dakika sonra unuttuğumuz herşey
başımıza gelebilir” demişti hayat hakkında ahkam kestiğimiz günlerden
birinde kuzenim. “Biz senaryo, kurgu diyoruz ama aslında hiçbiri
olmayacak şeyler değil. Zaten asla olmayacak şeyleri literatür ‘bilim
kurgu’ diye adlandırıyor.”
Mesela refah içinde, hatta lüks bir hayat yaşarken birden kocanız
kayıplara karışabilir. Bir gecede yaşadığınız herşeyin aslında
simülasyon olduğunu, sahip olduğunuzu sandığınız hiçbirşeyin aslında
size ait olmadığını öğrenebilirsiniz. Ertesi gün daha önce yakınından
bile geçmediğiniz, insanların kendi yağları ile kavrulduğu, kapılarını
kilitlemeye bile gerek duymadıkları bir mahallede yaşamaya başlarsınız
kızınızla birlikte. 20-25 yıldır hiç çalışmadan refah içinde sürdürülen
hayattan kocaman bir hiçliğin içine düşersiniz. Düştüğünüz yükseklik o
kadar ilgisini çeker ki insanların hala yukarda olanlar biraz korku,
biraz şaşkınlık, biraz acıma, biraz da kendilerinden bile sakladıkları
bir hayranlıkla bakarlar size. Aşağıdakiler ise yukarıdakilere göre
inanılmaz bir dinginlikle karşılar gelişinizi. Yeni bir insan girmiştir
yalnızca hayatlarına. Yeni bir hayat, yeni bir hikaye. Çünkü onların
maneviyatlarından başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Umutları,
hayalleri ve sevinçlerinden başka…
Siz yeni hayatınıza alışmaya çalışırken hiç kolay olmayacaktır
yürümek. Havuz problemlerinden hemen sonra gelen, bir direğe tırmanırken
2 adım ileri gidip sonra 3 adım geri kayan salyangoz gibi aynı
yollardan defalarca geçmek zorunda kalırsınız.
Dışarıda hayat size aldırmaksızın devam etmektedir. Yukarıdakilerin
sizi unutmaları kolay ve çabuk olur. Onların kendilerine yeni maceralar
yaratmak için hem fırsatları hem de zamanları vardır çünkü. Başkalarının
sevinçleri sizin hüzünleriniz olmaya başlar. Aslında her zaman
birilerinin sevinçleri bir diğerinin hüznü olmuştur. Siz bunu yeni fark
edersiniz. İnsanlar hızla yanınızdan geçip uzaklaşmaya başladığında,
sizde yanından hızla geçip uzaklaştıklarınızı düşünmeye başlarsınız.
Acaba hangi sevinçlerim birer çizgi oldu insanların yüreğinde, ya da
hangi hüzünlerimin bakiyesi alacak olarak yansıdı başkalarının sevinç
tablosuna diye sorarsınız kendi kendinize sık sık.
Ne kitabın, ne de yazarının adını hatırlamıyorum, çok eskiden
okuduğum bir kitaptan aklımda kalmış, toplama kamplarındaki anılarını
anlatmaya başalamadan önce ” insan herşeye alışır diyorlar, evet alışır
ama nasıl alışır bir tek kendi bilir ” diyordu yazar. Siz de yeni
hayatınıza alışmaya başlarsınız, nasıl alıştığınızı yalnızca kendiniz
bilerek. İlk şok atlatılıp alışmaya başladıktan sonra korktuğunuz kadar
ya da sandığınız kadar kötü durumda olmadığınızı farkedersiniz.
Kendinize acımaktan vazgeçtikçe yeni hayatın güzellikleri birer birer
dikkatinizi çekmeye başlar. Herşey yavaş yavaş şekillenmektedir artık.
Yeni bir hayat kurmaya başladıkça, kendinizin içinden çıkıp yeni bir
‘ben’ yaratmaya çalıştıkça, “işte elimdeki materyal bu, işle onu ey
hayat!” dedikçe daha çok sevmeye başlarsınız yeni dünyanızı. Ve yeniden
barışırsınız kendinizle.
Forum alanında da konuşulmuştu, alışmak sevmekmidir diye. Sözü edilen
başka tür bir alışkanlık, başka tür bir sevgiydi belki. Biraz daha
genele yayınca sıralamada öncelik belirler cevabı. Eğer sevgi önce
geliyorsa alışkanlık belirleyici değildir bence. Ama seveceğiniz (ya da
sevmeyeceğiniz) şey hayatınıza aniden girmişse sevebilmek için önce
alışmanız gerekir. Ancak alıştıktan sonra sevmediklerinize arkanızı
dönmek, değiştiremediklerinize gözlerinizi kapatmak, sevebileceklerinizi
geceyle gündüzün koşuşturmalı git-gelleri arasından ayıklamak
cesaretini gösterebilirsiniz. Sonrasında ise… Galiba sonrasına pekte
müdahale etme şansımız olamıyor. Biz elimizdeki materyali ortaya
koyduktan sonra bunu işlemek hayata kalıyor.
Hepimizin başucu kitapları vardır hani. Defalarca okumuş olmamıza
rağmen bazı geceler uyumadan önce elimize alıp tüm satırlarını neredeyse
ezbere bildiğimiz sayfalar arasında şöyle bir dolaşırız. Kuzenimin
söylediklerinden sonra benim başucu filmlerim de oldu. ‘Hayatım’
bunlardan biri. Kanser olduğunu öğrenen bir adamın son günlerini
anlatıyor. Sonra ‘Yedi’ var. ‘Dövüş Kulübü’ de sıralamada ilk üçte.
Birde başucu dizisi var. TRT izleyicileri hatırlayacaktır ‘Yedi Tepe
İstanbul’ Bu kadar yüksekten düşen bir kadını, beraberinde yeni
hayatındaki insanları anlatıyor. Sorular sorarak izlediğim, zaman zaman
içinde kaybolduğum bir hikayeydi. Hemen her bölümünde o insanlarla
birlikte en azından 3-5 karede oynadım kendi içimde. Kendi düşüşlerimi
anımsayıp kıyasladım kimi zaman.
Hangimiz düşmedik ki dizlerimizin üstüne. Hatta kimi zaman kafa üstü
çakıldık değil mi? Rakım çokta önemli değil, her düşüşte ne çok yara
aldık, ne çok yandı canımız. Bu noktada rakım da izafi bir kavram
oluveriyor zaten. Bana göre bir Ağrı sana göre Kazdağları olabiliyor.
Bir başkası içinse ise Everest mesela. Her seferinde insanoğluna özgü
bir direnme gücüyle yeniden ayağa kalktık. Alıştık, kendimizle barıştık
ve yeniden başladık yaşamaya. Belkide hayatın bize aldırmaksızın
devinimine inat. Gerçekten hiçbir yara sonsuza dek kalmıyor, kabuk
bağlıyor mutlaka. Yine de kendi yükseklerinde dolaşırken biraz daha
dikkatli olmalı insan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder