30 Eylül 2016 Cuma

YİNE YENİ YENİDEN BAŞLAMAK

“Film diye seyrettiğimiz, 1-2 dakika sonra unuttuğumuz herşey başımıza gelebilir” demişti hayat hakkında ahkam kestiğimiz günlerden birinde kuzenim. “Biz senaryo, kurgu diyoruz ama aslında hiçbiri olmayacak şeyler değil. Zaten asla olmayacak şeyleri literatür ‘bilim kurgu’ diye adlandırıyor.”
Mesela refah içinde, hatta lüks bir hayat yaşarken birden kocanız kayıplara karışabilir. Bir gecede yaşadığınız herşeyin aslında simülasyon olduğunu, sahip olduğunuzu sandığınız hiçbirşeyin aslında size ait olmadığını öğrenebilirsiniz. Ertesi gün daha önce yakınından bile geçmediğiniz, insanların kendi yağları ile kavrulduğu, kapılarını kilitlemeye bile gerek duymadıkları bir mahallede yaşamaya başlarsınız kızınızla birlikte. 20-25 yıldır hiç çalışmadan refah içinde sürdürülen hayattan kocaman bir hiçliğin içine düşersiniz. Düştüğünüz yükseklik o kadar ilgisini çeker ki insanların hala yukarda olanlar biraz korku, biraz şaşkınlık, biraz acıma, biraz da kendilerinden bile sakladıkları bir hayranlıkla bakarlar size. Aşağıdakiler ise yukarıdakilere göre inanılmaz bir dinginlikle karşılar gelişinizi. Yeni bir insan girmiştir yalnızca hayatlarına. Yeni bir hayat, yeni bir hikaye. Çünkü onların maneviyatlarından başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Umutları, hayalleri ve sevinçlerinden başka…
Siz yeni hayatınıza alışmaya çalışırken hiç kolay olmayacaktır yürümek. Havuz problemlerinden hemen sonra gelen, bir direğe tırmanırken 2 adım ileri gidip sonra 3 adım geri kayan salyangoz gibi aynı yollardan defalarca geçmek zorunda kalırsınız.
Dışarıda hayat size aldırmaksızın devam etmektedir. Yukarıdakilerin sizi unutmaları kolay ve çabuk olur. Onların kendilerine yeni maceralar yaratmak için hem fırsatları hem de zamanları vardır çünkü. Başkalarının sevinçleri sizin hüzünleriniz olmaya başlar. Aslında her zaman birilerinin sevinçleri bir diğerinin hüznü olmuştur. Siz bunu yeni fark edersiniz. İnsanlar hızla yanınızdan geçip uzaklaşmaya başladığında, sizde yanından hızla geçip uzaklaştıklarınızı düşünmeye başlarsınız. Acaba hangi sevinçlerim birer çizgi oldu insanların yüreğinde, ya da hangi hüzünlerimin bakiyesi alacak olarak yansıdı başkalarının sevinç tablosuna diye sorarsınız kendi kendinize sık sık.
Ne kitabın, ne de yazarının adını hatırlamıyorum, çok eskiden okuduğum bir kitaptan aklımda kalmış, toplama kamplarındaki anılarını anlatmaya başalamadan önce ” insan herşeye alışır diyorlar, evet alışır ama nasıl alışır bir tek kendi bilir ” diyordu yazar. Siz de yeni hayatınıza alışmaya başlarsınız, nasıl alıştığınızı yalnızca kendiniz bilerek. İlk şok atlatılıp alışmaya başladıktan sonra korktuğunuz kadar ya da sandığınız kadar kötü durumda olmadığınızı farkedersiniz. Kendinize acımaktan vazgeçtikçe yeni hayatın güzellikleri birer birer dikkatinizi çekmeye başlar. Herşey yavaş yavaş şekillenmektedir artık. Yeni bir hayat kurmaya başladıkça, kendinizin içinden çıkıp yeni bir ‘ben’ yaratmaya çalıştıkça, “işte elimdeki materyal bu, işle onu ey hayat!” dedikçe daha çok sevmeye başlarsınız yeni dünyanızı. Ve yeniden barışırsınız kendinizle.
Forum alanında da konuşulmuştu, alışmak sevmekmidir diye. Sözü edilen başka tür bir alışkanlık, başka tür bir sevgiydi belki. Biraz daha genele yayınca sıralamada öncelik belirler cevabı. Eğer sevgi önce geliyorsa alışkanlık belirleyici değildir bence. Ama seveceğiniz (ya da sevmeyeceğiniz) şey hayatınıza aniden girmişse sevebilmek için önce alışmanız gerekir. Ancak alıştıktan sonra sevmediklerinize arkanızı dönmek, değiştiremediklerinize gözlerinizi kapatmak, sevebileceklerinizi geceyle gündüzün koşuşturmalı git-gelleri arasından ayıklamak cesaretini gösterebilirsiniz. Sonrasında ise… Galiba sonrasına pekte müdahale etme şansımız olamıyor. Biz elimizdeki materyali ortaya koyduktan sonra bunu işlemek hayata kalıyor.
Hepimizin başucu kitapları vardır hani. Defalarca okumuş olmamıza rağmen bazı geceler uyumadan önce elimize alıp tüm satırlarını neredeyse ezbere bildiğimiz sayfalar arasında şöyle bir dolaşırız. Kuzenimin söylediklerinden sonra benim başucu filmlerim de oldu. ‘Hayatım’ bunlardan biri. Kanser olduğunu öğrenen bir adamın son günlerini anlatıyor. Sonra ‘Yedi’ var. ‘Dövüş Kulübü’ de sıralamada ilk üçte. Birde başucu dizisi var. TRT izleyicileri hatırlayacaktır ‘Yedi Tepe İstanbul’ Bu kadar yüksekten düşen bir kadını, beraberinde yeni hayatındaki insanları anlatıyor. Sorular sorarak izlediğim, zaman zaman içinde kaybolduğum bir hikayeydi. Hemen her bölümünde o insanlarla birlikte en azından 3-5 karede oynadım kendi içimde. Kendi düşüşlerimi anımsayıp kıyasladım kimi zaman.
Hangimiz düşmedik ki dizlerimizin üstüne. Hatta kimi zaman kafa üstü çakıldık değil mi? Rakım çokta önemli değil, her düşüşte ne çok yara aldık, ne çok yandı canımız. Bu noktada rakım da izafi bir kavram oluveriyor zaten. Bana göre bir Ağrı sana göre Kazdağları olabiliyor. Bir başkası içinse ise Everest mesela. Her seferinde insanoğluna özgü bir direnme gücüyle yeniden ayağa kalktık. Alıştık, kendimizle barıştık ve yeniden başladık yaşamaya. Belkide hayatın bize aldırmaksızın devinimine inat. Gerçekten hiçbir yara sonsuza dek kalmıyor, kabuk bağlıyor mutlaka. Yine de kendi yükseklerinde dolaşırken biraz daha dikkatli olmalı insan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder