30 Eylül 2016 Cuma

KAÇIYORDUM


Rampadan yukarı doğru çıkınca, onun evini görünüyordum. Sık dikilmiş ağaçların arasında sinmiş bir tavşan gibi saklıydı evi. Yokuşun sonunda ki incir ağaçları, bütün evin çatısını istila etmişti. Hızlı adımlarla ve merakla evin kapısın çaldım. Çünkü kaç zamandır onu görmüyordum. Ayrı şehirlerde olmamızdan dolayı bayramlarda ziyaretine gidebiliyordum. İşte yine o ziyaretlerden birinin gerçekleştirecektim, kalbim pır pır çarpıyordu, bir nisan yağmurun gibi, ılık ve berraktı. İçimde hissetiyim duygular, korkuyla sevinç arasında bir şeydi. Ya evde yoksa! O zaman boşu boşuna bu kadar heveslenmiş olacaktım. Ama böyle bir ihtimal olamazdı, çünkü kırmızı kiremitli çatının mahyasından, kör dumanlar çıkıyordu.

Çift kanatlı, kilidi kırık, boyası yağmur suyunda atmış olan, ahşap kapıyı bir daha tıkladım. Yavaş adımlarla kapıya birinin yanaştığını duydum. "Kim o?" dedi? Titrek, yorgun bir ses. "Benim" dedim. Sadece benim demem yeterliydi, ne kadar yaşlı da olsa, beni ses tonumdan tanırdı. Kapıyı açınca gözleri doldu, kireçten beyaz, ütüsüz yüzü, birden gülmeye başladı, ağzı kocaman oldu. "Çok şaşırdım, beklemiyordum" dedi ağlamaklı. "Herkes beni unuttu!" diye de sitem etmeye başladı. "Artık kimse kapımı çalmıyor. Unuttular beni!" Dedi.

Sustum, yutkundum!

Elinde her zaman ki mor, uzun tespihi vardı. "Sonra tamamlarım. Daha sayı olmadı. Rahmetliye okuyorum, beni koyup gideli kaç yıl oldu? Bana bağırırdı, döverdi ama olsun, yaşasa da başımda olsaydı keşke!" dedi.

Yavaş adımlarla, oturduğu divandan inip, tespihini eski cilası atmış, ahşap oymalı, çekmecenin en üst bölmesine koydu.

Molozdan yapılmış, bu yığma binanın havasına her zaman hastayım. Yazın serin olur, kışınsa sıcak. Bu küçücük eski, teneke yığını emektar soba, bütün evi çok güzel ısıtıyor. Şimdi ki, yeni çıkan kaliteli sobalar, onun yanında sıfır kalıyor…

Her şey aynı bıraktığım gibiydi, bir değişiklik olmamıştı. Soba aynı, somya aynı, hatta ve hatta divanların üstündeki, kocaman çiçekli yoşanğımış basma örtü bile aynıydı. Değişik bir hava vardı, bu evde beni çeken. Yıllardan beri, ne zaman bu eve gelmek istesem, ayaklarım koşardı, makaslarım öyle bir açılırdı ki, sanki yaşlı birinin yanına gitmiyorum da, çocuk parkına gidiyorum gibi.

Daha küçüklükten alışmıştım bu eve. Sabahtan gelir, kahvaltıyı burada yapardım. Sıkılırdım bizim evin kalabalığından, kendimi bu eve atardım. O ise hiç çocuğu olmadığından olacak ki, beni hiç kovmaz, hep kendi çocuğuna bakar gibi bakardı. Sıkılmadan, usanmadan.

Eve gelir gelmez, büfeyi karıştırmaya başlardım, her tarafını kurcalar, türlü türlü sorular sorardım, "Bu ne? Bu ne?" diye. En çok da eski resimler hoşuma giderdi. Bana çok değişik ve gizemli gelirdi. Bir keresinde, onun resminin arabını buldum. Kapkara bir kadın vardı resimde, başında ki eşarbıyla. Tabiî ki o zaman cildi şimdi ki gibi kat kat değil. Pırıl pırıl ütülü bir yüzü var. "Kim bu?" deyince "benim" demişti, şaşırmış ve de çok gülmüştüm.

Zaman işte; imzasını her kesin yüzüne bir şekilde atıyor. Onunkine de böyle, kargacık burgacık atmıştı.
 
 Elime geçerse sorardım o zamanlar. Çünkü çok meraklı bir çocuktum. Pullar, eski paralar. Ne bulursam alır incelerdim. Üzenindeki yazlıları, resimleri anlamaya çalışır, onları kendimce bir şeylere benzetir, hayali isimler verirdim. Benden başka da kimse o ismin ne anlama geldiğini anlamazdı. Özellikle de delikli paralara bayılır, onu otlardan yaptığım, kendi imalatım olan kolyelerin ucuna takıp, saatlerce oyunlar oynardım. Tabi ki bu oyunlar tek kişilik olduğu için, başrol oyuncusu da her zaman ben olurdum.

Bu dört duvarlı, kutu kadar küçük olan, moloz yığını ev, benim sarayım olmuştu. O günlerde hayallerimi sığdırdığım, sakladığım hazine sandığım gibiydi.

Şimdi otururken, sandığın kapağı açılmış, bütün anılarım, bütün çocukluğum, tüm çıplaklığıyla etrafa serpilmişti. Bense bir ona, bir buna bakacağım diye ne yapacağımı şaşırmış, ne yazacağımı, ne anlatacağımı bilemez olmuştum. Etrafta o kadar çok hatıra dolaşıyordu ki, ben bile onları takip etmekte zorluk çekiyordum. Pencere aralarına, kapı arklarına saklanmıştı anılarım. Bir bir çıkıp, etrafa saçılıyor, bana gülücükler atıyorlardı. Ne kadar da çokmuş o zaman hayallerim. Gerçi şimdi ne kadar az ki?

Sonra hafif bir kıpırtıyla kendime geldim. O ise elindeki eski alüminyum tabağa, kahve fincanlarını koymuş, kaplumbağa hızıyla geliyordu. "Eski günler de ki gibi sana fal bakayım" dedi. "Olur" dedim. "Bunca yıldan sonra senin hatırımı kıracağım." Her zaman ki köşesine, camın kenarına oturdu. Bir elinde tespihi, bir elinde kahvesi kendi kendine bir şey mırıldanmaya başladı, "nazar var sende!" dedi. "Hem de çok, bir kurşun dökelim sana. Zaten betin benzin de solmuş, çok zayıflaşmışsın. Bir şey olmuş sana muhakkak." Bilmiyordu ki, odada ki bütün anıların bedenimi istila ettiğini, beni boğmak istediklerini…

Sonra "ablam öldü" dedi, fısıltıyla karışık. "Allah kalanlara uzun ömür versin" diyerek de ekledi.

Susuyordum!

"Zaten çocukları bakmıyordu, kadın perişan bir halde öldü. Onun ki yaşamakta değildi. Geldi, öldü, gitti. "ne yaşadı?" "hiç bir şey."

Susmak bazen konuşmaktan daha etkilidir derler ya, işte bu yüzden, o konuşuyor bense sadece susuyordum. Sustukça içimdeki korku, artıkça artıyordu.

Ne korkusuydu bu? Yaşlılık mı, başkasına muhtaçlık mı, sevgisizlik mi? Yoksa ölüm mü? Belki de hepsi.
"Ben de öleceğim" dedi "az kaldı, yetmiş beşe bastım." Birden ürperdim. Vücudumda ki bütün tüyler diken diken oldu. Böyle bir şey olmamalıydı, olsa bile ben görmemeliydim. Bir an da olduğum yerden kalktım. Niçin kalktım? niçin kalktığımı ben de bilmiyorum. Belki de bir kaçıştı bu. Ondan, hatıralardan, yalnızlıktan, ölümden! Evin basamaklarını hızla atlayarak, rampadan aşağıya doğru indim, yüzüm alev alev yanıyordu. Banka soyduktan sonra, kaçmaya çalışan bir hırsıza benziyordum. Telaş ve korku tepeden tırnağa bütün bedenimi sarmıştı. En son hatırladığım, onun şaşkın yüzüydü. "ben ne yaptım" der gibi bana afallamış bir şekilde bakarak, kapıdan el sallıyordu. Ona hoşça kal bile demeden, çıkmıştım evden. Çünkü bütün anılar, bedenimde davullar çalıp, kafamın içinde, örümcekler gibi geziyordu.

Bir gün bu rampadan tekrar çıktığım zaman, o olmayacaktı, kapıyı ne kadar hızlı çalarsam çalayım açmayacaktı. Bacadan kör dumanlar çıkmayacaktı. Bunun düşüncesi bile çok kötüydü.

Ayaklarım hızla geldiğim bu evden, hızla geri gidiyordu. Kaçıyordum!!
Neden? Kimden? Geçmişimden mi? Yaşlılıktan mı? Yoksa ölümden mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder